Unutmak istediğime.
Allah gözünü doyurmadı ya karnını doyursun! İki yıl mı oldu görüşmeyeli?
Aradın beni. Yine de sağol. Ama bilmeni isterim ki seni hep aç gözlülükte,
tamah etmekle, ömrü aşırıp yemekle geçen farelerle anmaktayım. Korkarım
tabutunu taşıyacak dört kişi zor bulunacak. En büyük talihsizliğinde o,
mumya gibi beyaz yüzlü, kirpiksiz, uçurum gibi derinlere gömülü, terk
edilmiş evlerin kapalı duran karanlık pencereleri gibi gözleri olan uzun ve
incelmiş burunlu adama damat olmaktı. Kim ki sana acıdı, zarar etti. Ve sen
hepsi daha fazlasını isteyerek zelil oldun. ''Yazıklar olsun iki sıra dişiyle
ısırabileceğinden çok alanlara'' diyor ve susuyorum.
Bahara.
Siz kadınlar, bilir misiniz, erkeklerin çoğunluğu kaderlerini değiştirmek
için size sarılır.
Ve kaderimiz değişir.
Ancak değişmeyen tek şey vardır.
Razı olmayız ve yeni bir kaderin peşine düşeriz!
Ressama.
Sürülmemiş toprakları kimse sevmez! Sen bile.
Yorgancıya.
Sana yazmalıyım efkarımı. Anlarsan beni sen anlarsın. Yaşamakla hesabımız
olmadı bizim. Hesabımız gönüllerleydi. Ki karşılığı olmayan tek yatırımda
bir yüreğe yatırım yapmaktı. Ne işe, ne paraya, ne makama tahvil ediliyordu
bu görünmeyen ama ömrümüzü verdiğimiz yatırım. Ne de biz böyle bir amacın
peşindeydik.
Bizi anlamalarını da beklemiyorduk insanlardan.
Tek istediğimiz insanların kendi kahpeliklerine bizim sabrımızı, bizim
suskun ve mahzun duruşumuzu delil yapmamalarıydı.
Biz sustukça alçakça satılıyorduk.
Ve naçardık.
Ve gelen geçiyordu kapılarımızdan pasaportsuz.
Ve bize kalan ormanlardaki bağıra bağıra ağlamalarımızdı.
Biz hayatı yüreğimiz bildik.
Beyaz kirlenmişti. Siyah kötü adamlarındı. Bize kalan gözyaşının rengiydi.
Ressama.
Kaç kez tartıştık ve kaç kez yarım kaldı konuşmalarımız. Hep mağlup olduğun
oyunda kalmakta ısrar edişinin, seni sevenleri üzdüğünü ve bu durumun bir
drama dönüştüğünün farkında değil misin? Ve dönüp dönüp kendine kızmaların.
Kendini zoraki yargılamaların. Ve kendini gölgeyle izah edişin. Bir kez daha
söyleyeceğim.'' Her gölge, eninde sonunda ışığın çocuğudur.'' Sende ışıksın.
Sende içimizden birisin. Sende bizdensin!
Reisime.
Susuşun: Söyleyecek sözü olan bilgelerin, o rahatsız edici tevekküllü
susuşudur. Nezaketin, sevimli ve asildir. Adamsın sen! Ancak, gel gör ki
tedavülden ilk kalkanda suskunluğa bürünen nezaket oldu. Bilirim / ve küfür
edemem yanında! / kaba konuşmaları sevmezsin. Bırak şimdi küfür edeyim. Ya
da gel şöyle yapalım. De ki ''Çıkar ağzındaki baklayı!'' Say ki çıkardım!!!
Bahara.
İpucudur bu.
Çoğu kez tıpkı Rilke'nin dediği gibidir hayat!
''Dayanabilmek, bütün sorun!''
Dayanmalısın!
Nazlıya.
Zevkler bize bütün hayatın onlardan ibaret olduğunu, onların dışında hiçbir
şey bulunmadığını sandırırlar, halbuki, doğru olan bunun tersidir. Ben bunu
çok geç anladım. İsterim ki sen benim kadar geç anlamayasın!
Reisime.
Ölüler listemiz kabarıyor günden güne. Ya biz yaşlanıyoruz ya da bizden
habersiz yolculuğa çıktı bizim arkadaşlar.
Saz çalana.
Sen unutulmuş günahlarımızın acısını çekiyorsun!
Nazlıya.
Sokaklarda isimlerini bilmediğim, rengarenk, kucak kucak çiçekler satılıyor.
Tüm çiçeklerden renkli ve güzeldir gülüşün. Fakat ne acı. Ayda bir
gülüyorsun.!
Ressama.
İyi bir iş işlersem, Rabbim muhtaç değil iyiliğime ya yine de sevap yazar
defterime. Karı banadır. Kötü bir iş işlersem, Rabbim korkmaz kulunun
kötülüğünden haşa. Günah yazar defterime. Velhasıl, iyiliğinde ucu bana
dokunur, kötülüğünde.
Alman şair Heine'ye ölmek üzereyken sorarlar. ''Tanrı ile aran nasıl.
Günahlarından korkmuyor musun?'' Mütebbessim güler ozan ve şöyle der. ''Benim
işim günah işlemek, Tanrı'nın işi affetmek!''
Tüm bildiklerim bunlar değil elbet. Günaha ve sevaba dair yaşayarak
öğrendiklerim var.
Ya git günahı tat ve gel konuşalım. Ya da otur oturduğun yerde, bildiklerini
yapmaya devam et.
Yüreğin kabarıp kinin uyandığında hatırlama beni!
Ve bilip bilmeden benim günahlarıma dil uzatma!
Bahara.
Yağmur yağıyordu. Gökyüzünün olanca nuru ve ölümsüzlüğü toprakla
buluşuyordu. Biz yürüyorduk. Sessizliğin diliyle konuşuyorduk. Sessizlik en
eski ve en asil dildi. Sesimizi kimseler duymuyordu. Sesimizi duyması
gereken duyuyordu.
Saz Çalana.
Deliboran bir adamdı amcan. Haksızlığa karşı uluorta küfür ederdi. Çocukları
ve hayvanatı severdi. Küçük bahçesinde maydanoz, marul, salatalık ve domates
yetiştirirdi. Bisikleti vardı. Uçurtma yapardı. Hep zengindi. Paylaşırdı.
Ağlardı. Bayramlarda sinek kaydı traş olur, takım elbise giyer ve
memleketinin rengini taşıyan yakamozlu, gülen gözlerinin yanında harçlık
dağıtırdı. Yalınayak gezerdi. Seni çok severdi. Ölmeden önceki son sözü,
''Hamdolsun, çok iyiyim''di.
Reisime.
Belki de bir benim hissettiğim o gizli ürpermelerinin sebebinin soğuk ve
hoyrat esen rüzgar değil düşündüklerinin acılığı olduğunu biliyorum.
Biliyorum ki sende bağırmak istersin ama bağıramazsın. Bağırmazsın.
Yüreğinde gömülü kalır haykırışların. Ve sen çoğu kez yürümekten değil,
düşünmekten yorgun düşensin.
Saz çalana.
Yaşamaya dair asıl maharet yoksulluk kapımızı çaldığındadır. Ve yoksulun
kapısının ipini çeken yine yoksul olur.
Yorgancıya.
Sen uyu oğlum, sen uyu; bildiğin bu kadarsa eğil de kelleni tuzlayayım!
Bunları yazana.
''Kendi isteğiyle ve aklı başında olarak'' intihar eden S.Zweig ile Roma'da
otelin balkonuna çıkıp ''Söz bitti, şimdi eylem!'' diyerek kendini boşluğa
bırakan genç şair, boynu vurulmadan önce ''Felaket insanın kellesinin
uçurulması değildir'' diyen T.More. ve sen adamım. Sen ne zaman söyleyeceksin
sözünü.