“Benim adım aşk… Yöneldiğim kişi veya nesnede aldığım renge göre o kadar farklı isimlerim var ki! Bir kadına, erkeğe veya onlar gibi görünür herhangi bir varlığa yöneldiğim zaman, ‘mecazi aşk’ diyorlar bana. Her canlıya özgün güzelliğini bağışlayan sonsuz güzelliğin kaynağı olan Allah’a yöneldiğim zaman ise, ‘ilahi aşk’ koyuyorlar adımı; ama ben, yazık ki her iki durumda da eski ben değilim… Ne hakiki olabiliyorum, ne de gerçekten mecazi!”
Eğer aşk kişileşerek dile gelmiş olsaydı, bugün itibariyle bundan başka bir şey söyleyebileceğini düşünmek sahiden zor olurdu.
Anadolu’nun beyin yapıcılarından ve halen tüm dünyada da hoş bir aksi seda yapmaya devam eden düşünürlerimizden Mevlana’nın yorumu içinde, bakış açımıza göre aşkın bu iki rengi şaşırtıcı derecede birbirine yakındır. Baktığınız ya da dokunduğunuz her varlığın güzelliği, üzerine O’nun sonsuz güzellik denizinden düşen bir damlacık sayesindedir. Dolayısıyla, onların güzelliğini Allah’ın bitimsiz güzelliğinin küçük birer yansıması olarak okumalıyız. Hem böylece, yeryüzünde sınırsız bir güzellikler cümbüşünde seyran etme zevkine erişebileceğimizden haberdar eder bizi…
Kabul etmeliyiz ki, maddesel bir algılama biçimi hemen hepimizin bilinçaltında kurmuş olduğu egemenliğini her geçen gün biraz daha sağlama almaktadır. Böylesi bir ortamda, zamanın koşullarına uygun olarak aşk dediğimiz soylu duygunun da, yüce ve kutsal olandan yersel olanlara doğru hızlı bir irtifa kaybına uğramakta olduğu bir gerçektir. Yanlarında doğru ve etkin dille Allah’tan söz edildiği zaman, en azından erkeklerin çoğunun kalbinde güzel bir kadına bakarken ya da bayanların pek çoğunun kalbinde “kendisine lüks standartlarda bir yaşam sunabilecek” nitelikte bir erkeğin karşısında olduğu kadar heyecan verici kıpırdanmalar meydana geldiğini sanmıyorum; ama O’nun gazabından ve şiddetinden söz ederken adeta transa geçiyorlar. Her seferinde unuttukları şey ise, O’nun kendini “Rahman ve Rahim” olarak tanımlamış ve günlük yaşamda yaptıkları veya giriştikleri her güzel işe bu çok özel sözle başlamalarından duyacağı derin memnuniyeti ifade etmiş olmasıdır. Bunu eleştiri olarak değil, yalnızca bir durum tespiti olarak söylüyorum. Derviş Yunus’un kırlardan bayırlardan geçerken dillendirdiği o ışıltılı aşk nerededir şimdi? Mevlana’nın aşkı nerede?
Herkesi aynı kategoriye koymak olanaksız elbette; ancak kişisel olarak ben bu konuda pek iyimser olduğumu söyleyemeyeceğim. Bilsem ki bir yerlerde Derviş Yunus gibi biri daha vardır; onu bulmak ve ışıklarının selinde yunmak isterim. Onu yitirmiş olduğunu bilmenin ne kadar hüzünlü bir tadı var!
En az onun kadar elem verici olan bir başka şey, mecazi aşkın içeriğinin de tümüyle değişmek üzere olduğudur. Şairin, “artık ne tayfalar kaldı/ne komando’s bar” dediği gibi, her çeşidi ile asil duran, çocukluk hayallerimizi süsleyen o güzelim masum ve mamur aşkın yerinde, bugün çoktandır terkedilmiş yıkık dökük bir kasabanın orta yerindeki kuru bir ağacın dallarında pinekleyen baykuşların sesleri duyulmaktadır. İçimizde kaç kişi karşı cinsten evlenmek veya arkadaş olmak istediği kimsenin kişilik özelliklerine fiziksel albenisinden daha fazla değer veriyor? Sarışın, zarif ve mavi gözlü bir bayanla karşılaşan kaç erkek veya uzun boylu, renkli gözlü ve mali durumu iyi bir erkekle karşılaşan kaç bayan onun kötü bir kişiliğe sahip olduğundan kuşku duyabiliyor? Yazık ki, çoğumuzun bu sorulara yüzümüzü ak edecek yanıtları yoktur. Günümüz insanının aklına hoyratça, sorumsuzca sokulan aşk deyimlerine bir baksanıza… Çok anlamlı bir kavram keşfetmiş edaları içinde, birilerine “Yaz aşkım” diye hitap ediyorlar. “Bir gecelik aşklar”dan söz ediyorlar. Sevgideğer Konfüçyüs’ün sözleriyle, “bir halkın düşünme biçimlerini belirlemede yasalardan daha etkili olan şarkılar”ımızın sözlerine bakar mısınız lütfen? Sevgilisini aldatmış olmaktan küstahça bir haz duyan, hoşçakal demeden çekip giden ya da onu kullanıp bir kenara atmış olmakla övünen sersemlerin resmettiği bu lanet olası kör-topal aşk profili karşısında midesi bulanmayan akıllı birileri kaldı mı aramızda acaba? Mecazi bile olsa, aşkın başına bundan daha büyük bir felaket gelebilir miydi?
Sanmıyorum!
Bana öyle geliyor ki, yüzlerimize yayılıveren pek belirgin bir ironi ile baktığımız o eski siyah beyaz Yeşilçam filmlerinde resmedilen sahici aşkları, ileride çok ama çok özleyeceğiz!
En iyisi biz susalım, aşk konuşsun yine. Ukalalığımı hoş görün lütfen; ama sanki şöyle söylerdi gibi geliyor bana: “Benim adım aşk… Her şeyi kısa sürede tüketen siz, beni de tüketmiş durumdasınız. Eskiden, sevdiğinize benim adıma ‘Seni seviyorum’ derken, aklınızdan yüzlerce sevilesi duygular geçiyordu. Bu sözünüzün arkasında, ‘Sana sonsuza dek bağlı kalacağım’, ‘Sana ömrümü vereceğim’, ‘Ortak meyvelerimiz olacak ve onları sevgimizin serin ve güvenli gölgeliklerinde büyüteceğiz’, ‘Seninle bir yastıkta yaşlanacağım’, ‘Senden bir şeyler almayı bırakıp, hep kendimden bir şeyler vermeyi düşüneceğim’ gibi yüzlerce erdemli inançlar ve samimi taahhütler vardı; oysa bugün birbirinize bu sözü söylediğinizde, aklınızın arka planında yatan tek şey, sevgilim dediğiniz o kişiden bir şeyler devşirmektir. Yani, şunu demek istiyorsunuz: ‘Ben başkasını değil, yalnızca seni kullanmak istiyorum.’
Şimdi lütfen söyler misiniz? Sizin aranızda ve içinizde nasıl yaşarım ben???”