Belirli fiziksel veya ruhsal engelleri olan veya olduğuna inanan kimselerin tipik özelliklerinden biri, kendilerini sürekli olarak başka birileri ile karşılaştırmaktır. Kuşkusuz, aynı zamanda bir tür takıntı (obsesyon) dır bu. Bireylerin düşünme biçimleri ile toplumların genel eğilimleri arasında şaşırtıcı sayıda koşutluklar olduğunu göz önüne aldığımızda, Türkiye’de öteden beri tartışılan kimi konuların arka planına geçerek daha sağlıklı çözümlemeler yapabileceğimizi düşünüyorum.
Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ten itibaren daha köklü ve sistematik olarak yüzünü Batı Uygarlığına çevirmiş bir ülkedir. “Çağdaş uygarlık projesi”, bugün itibariyle kendini önemli ölçüde realize etmiş olmakla birlikte, yine de genel görünüşümüz için “doğu-batı karışımı” ifadesinden daha uygun bir tanımlama bulmakta zorluk çektiğimi itiraf etmek isterim. İlgili proje halen yürürlüktedir; ancak dediğim gibi, görüntüye bakılırsa bugün için tam olarak batılı ya da doğulu olduğumuzu söyleyebilmek asla olanaklı değildir. Bu her şeye rağmen özgün bir tablo sayılabilirse de, salt bu nedenle toplum olarak bir parça kompleksli ve karşılaştırmacı olmamız çok doğaldır.
Hatırlarsanız, bu ülkede çok uzak olmayan bir geçmişe kadar “Türkiye İran mı olacak?” endişe ve tartışmaları gündemi hayli meşgul etmiştir. Bugün ise, başka bir ülke aynı tartışmanın öznesi haline gelmiş durumdadır: Malezya… Gelmiş olduğumuz aşamada sevindirici olan gelişme, benzemekten korktuğumuz ülke konusunda kayda değer oranda terfi etmiş olmamızdır.
Fazla detaya girmeyeceğim; ancak pek iyi bilinmese de, İran temelde askeri ağırlıklı kapalı bir rejimdir. İslam’da düzenli silahlı güçlerin değil, hukukun üstünlüğü esastır. İlave olarak, bizzat toplumun kendisinin adaletin sağlıklı işleyişi konusunda denetim görevini üstlenmesi beklenir. İran ise, devletin resmi bir mezhebi olmaması gerektiği ilkesine aykırı olarak, onun şii yorumunu devletin resmi mezhebi olarak anayasasına koymuştur ve Allah’ın cennete veya cehenneme gitmeyi hak etme noktasında esas kabul ettiği özgür istem gücünü çok da önemsemeyen bir tutumla insanları belirli davranış modellerine zorlayan bir motivle hareket etmektedir; oysa ki, “Dinde zorlama yoktur” sözü bir yönüyle, “Din, münafık üreten bir mekanizmaya dönüş (türül) memelidir” demektir. Dürüst olmak gerekirse, bırakın İslamiyet’in ayrıntıda kalan bir yığın hükümlerini, temel parametreleri konusunda bile tatmin edici düzeyde uzlaşamayacağımız Şia geleneği, bizim için gerçekten olanaksız bir projedir.
Belki biraz iddialı bir yaklaşım olacak; ama eğer Türkiye Avrupa Birliği katılım müzakerelerine başlamış demokratik bir ülke değil de Suriye veya Fas gibi bir üçüncü dünya ülkesi olsaydı bile, kıyamete değin İran tipi bir rejime dönüşemezdi. Çünkü, tümüyle farklı tarihsel süreçlerin ürünü olan dini, kültürel ve siyasal yapılarımız vardır. Ayrıca, ekonomik açıdan da birbirimize benzer bir halimiz yoktur. İçeriden baktığımız için pek iyi göremediğimiz bir şey var ki, gerek ekonomik ve siyasal gelişmişlik düzeyimiz, gerekse iletişim teknolojisinde ulaşmış olduğumuz şu noktada, özellikle de sayısal ve nitel açıdan diğer pek çok Avrupa ülkesindekilerden daha etkin olan görsel medya organlarımız vasıtasıyla Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve hatta Kuzey Afrika bölgelerinde yaşayan toplumlar tarafından yoğun bir ilgiyle izlenen ve modellenen bir ülke konumuna gelmiş bulunan Türkiye, korkulanın tam tersine İran toplumuna bile kendini güçlü bir biçimde ihraç etmeye çoktan başlamış durumdadır.
Örneğin, bu iki ülkenin kendi yurttaşlarına aralarında serbest dolaşım ve yerleşme hakkı vermiş olduğunu varsaymış olsak, hemen hiçbir Türk yurttaşının İran’a gitmek istemeyeceğini; aksine oradan gelecek göç dalgalarına karşı Türkiye’nin ertesi gün sınırlarını kapatmak zorunda kalacağını rahatlıkla öngörebileceğimizi düşünüyorum. Sanırım bu gerçeği açıklıkla gören kimi etkin çevreler, daha fazla komikleşmemek için başka bir öcü bulmak gerektiğini düşünmeye başlamış ve akıllarının sınırlarını zorlayarak araya araya Malezya’yı bulmuşlardır.
Malezya bize, biz de Malezya’ya belli konularda benziyor olabiliriz. Malezya, en azından serbest piyasa ekonomisi modeli içinde dünya ekonomileri ile önemli ölçüde bütünleşmiş çok kültürlü demokratik bir ülkedir. Bu açıdan, örneğin Fransa ile ortak paydaları olabildiği kadar Türkiye ile de benzerlikleri olacaktır; ama illa da onu kendimize benzetmek veya ona benzemek kaygıları içinde bir tartışmayı sürdürmek, deyim yerindeyse yongasız bir saçmalıktan ibarettir.
Kehanette bulunmuyorum. Yalnızca, mevcut koşullara bakarak geleceği kestirmeye çalışıyorum: Herkes, rahat uyumalıdır. Son beş yıl içinde hızlı bir reform süreci eşliğinde, sözgelimi milli gelirini 180 milyar dolardan 400 milyar dolara, ihracatını ise 20 küsür milyar dolardan 100 milyar doların üzerine çıkarmayı başarmış olan Türkiye, kendisinden başka hiçbir şeye benzemeyecek ve çok ciddi bir kaos olmadığı sürece kendi öz kaynaklarına yaslanıp üretmeye devam ederek en fazla yedi yıl sonra ekonomik ve demokratik evrimini tamamlamış bir istikrar ve mutluluk adası olarak dünyanın en büyük çekim merkezlerinden biri haline gelecektir. Böylelikle, küresel siyasetin de en güçlü ve saygın aktörlerinden biri olacaktır. Bu gerçeği anlamayan ve boyuna birilerinin kuyruğuna takılacağımız korkusunu pompalayanlar, hiç değilse şu sözün doğruluğunu başarıyla kanıtlıyorlar: “Hiç kimse, görmek istemeyen kadar kör değildir.”
Kısacası, sadece inanmıyor, aynı zamanda biliyorum ki, bu ülkede yaşayan herkesin her gittiği yerde sırf Türkiye’nin yurttaşı olmaktan dolayı onur duyacağı günler çok uzak değildir…
|
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 3 yorum
yapılmış )
|
Mrb sevgili AYŞEGÜL... Seni, tamamen anlıyorum ve teşekkür ediyorum. Sanırım, yorumunda konu biraz dağılmış. Yazımda, dine veya dindar birilerine göndermede bulunmuş değilim. Sadece, somut verilere dayalı bir tahlil yaptım ve verdiğim rakamları da her isteyen TÜİK'in sitesinde bulabilir. Ayrıca, İslam'ı referans alan kimselerden birer melek olmalarını beklemekten ve yaptıkları hataları İslam'ın ve diğer dindarların üzerine yıkma kolaylığından vazgeçmek gerekir. Onlar da insandır ve insanlar hata yaparlar. Eğer onları beğenmiyorsak, suçlayarak rahatlamak yerine kendimiz İslam'ın doğru versiyonunu öğrenerek daha olgun ve uygar bireyler olabiliriz. Sonuçta, İslam'ın bizden istediği şey olabildiğince kibar, uygar ve nitelikli birer ''insan'' olmamız değil midir? Demokratik katılımınız için tekrar ve yürek dolusu teşekkür ediyorum. Sevgiyle kalın... |
|
|
|
hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.yazıya objektif yaklaşıldığında iyi niyet seziliyor.fakat toplumdaki bu arınma halini anlamak gerek.madem bu denli dinine düşkün bu toplum bu suçlar bu yaşanalar neden ve niye.yoksa samimi mi değiller.partilre oy verirken refarans aldıkları din neden hayatlarında değil.iyiliği de kötülüğü de arafa hapsettik.yani dinin de kullanılabilirliği bittiğinde tüm kapılar kapandığında suçu atacak kimse kalmayacak geriye-dinin kullanılmasın diyorum yanlış yorumlanmasın- Bütün hatalardan bütün sapmalardan bütün günahlardan bir ders çıkartmak adına kirleniyoruz yoksa içimizde ne arar pislik, saf sudan yapılmış insanoğlu, işi biliyoruz, derdimiz görünüşü kurtarmak, hadi bunu da anladım diyelim, ama başkalarının görünüşünü sırf bizimle aynı değil diye çekiştirmek... Bu enerji, kendinde bu hakkı bulma hali nereden geliyor... Biri bana söylesin lütfen.fakat bir de korkanların nedenlerine de bakmak sorunun görününürlüğünü daha net ortaya çıkartabilir mi? |
|
|
alev
[
2007/10/08 12:34
] |
|
İnsan ilişkilerinde olduğu kadar, siyasi konularındaki tespitleri de özgün,farklı ve somut yaklaşımları olan oldukça keyifli bir yazı. Şunu özellikle belirtmek isterim ki ulusal çapta hazırlanmış başka yazılar dahil Malezya ve İran konusunda hiç bu kadar gerçekçi değerlendirmelere rastlamamıştım. Ekonomik tespitler ve kültürel farklılıklar oldukça derin analizlerle sunulmuş. Hala endişeleri ve korkuları olanlara laf yerine fikir üretmenin güzelliğinde hazırlanmış bu yazının iyi bir cevap olacağına inanıyorum. Elinize ve yüreğinize sağlık hocam. |
|
|
|
|
|
Yazarın Tüm Yazıları |
|
|
|
|