Lise yıllarında bir gün ilkokul öğretmenimiz arkadaşım Reşit ile benim, yerine iki gün öğretmenlik yapmamızı teklif etmişti. Öğretmenlikten ziyade sınıfa göz kulak olacaktık. Sabah okulun bahçesinde buluştuk. Öğretmenimizle beraber önce müdürün yanına çıktık. Daha sonra sınıfa indik beraberce. Öğretmenimiz öğrenciler ile tanıştırdı bizi. Yaramazlık yapmamalarını öğütledi. Beni utandırmayın dedi ve gitti.
Sınıfın mevcudu kırk kişi kadardı. Şehrimizin varoşlarına yakın bir mahalle ilkokulunun Mehmet Nuri İlk Okulu’nun birinci sınıfıydı. Öğretmenimiz – ömrü uzun olsun Halis Yakupoğlu – Reşit ile bana da birkaç öğüt vermişti gitmeden önce.
Aynı sınıfı ikinci keredir okuyan, sıfır numara tıraşlı ve başında sayısız yara izi olan Rıfat’tan gözünüzü ayırmayın, hatta biriniz yalnız onunla ilgilenin demişti Halis öğretmen.
Özellikle bu öğrenciye niye vurgu yaptığını ikinci günün sonunda çok iyi öğrenmiştik!
Çocuk baştan aşağı problemdi. Bıkıp usanmadan yaramazlık yapıyor, arkadaşlarını ya rahatsız ediyor ya da onları da kışkırtıyordu. Dayak atmayacaktık! Ama ne gezer. Öğretmenliğe başlamamızın üzeriden daha iki ders geçmeden Rıfat Reşit’i çileden çıkarmış, bana “Memduh sen al bunu bahçeye çık, yoksa ben çocuk katili olacağım!” demişti.
Rıfat öyle ufak tefek sopa-dayak olaylarını aşmış, hatta bizim çömezliğimizle alay edercesine sırnaşık sırnaşık gülüyor ve bizi çileden çıkarıyordu. Koca sınıfla uğraşmaktan daha çok yormuştu bizi Rıfat.
Çocuk katili olmadan ve elimizden bir kaza çıkmadan iki günü bitirmiştik!
Yıllar sonra, şehrimizin bulvarında genç bir delikanlı yaklaşmıştı yanıma. “Abi, beni tanıdın mı?” Tanımamıştım. Tanıtmıştı kendini. İki günlük öğretmenliğin belki de yegâne öğrencisi Rıfat’tı. Dalyan gibi bir genç olmuştu Rıfat ve askere gitme öncesindeydi. Çay bahçesine oturup uzun uzun konuşmuştuk.
Çocukluğum durmadan kanayan bir yara gibiydi demişti. Babası ilkokula başlamadan ölmüştü. Daha sonra iki üvey babası olmuştu. Biri alabildiğine sarhoş diğeri alabildiğine gamsız ve duyarsızdı. Değiştirilen evler, üvey kardeşler, yeni yeni komşular ve akrabalar ve okullar. Mutlulukta ve okulda gözüm olmamıştı diyordu. Bilinçli değildim ama o yıllarda ben yalnızca günü kurtararak yaşamaya çalışmıştım. Zor ve mağdur hayatı göğüslemişti.
Rıfat anlatıyordu ve gözleri yağmura tutulmuş kirazlar gibi ıslanmıştı.
Ayrılmamıza yakın – ki her ikimizin de gözleri iyice buğulanmıştı – “Abi” demişti incinmiş ve incelmiş sesiyle... “okulun bahçesinde başımı okşamış ve bana simit almıştın. Çocuksu sevincimle ağlamıştım. Ama siz benim arkadaşlarımla kavga ettiğim için ağladığımı sanmıştınız.”
Ağlamıyordum ama yaşlar akıyordu gözlerimden. Sımsıkı sarıldım koca delikanlıya.”Beni affet koca oğlan dedim.” Ve alnından öperek vedalaşmıştım tek öğrencimle...
Yürüyor ve düşünüyordum.
Hayat, aramızdaki tek temas şekli değildi. Severken, öfkeliyken, mağrurken tanıyorduk başkalarını. Hayatın hiçbir şey etmediğini, fakat hiçbir şeyin de bir hayat etmediğine inanıyordum.
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 1 yorum
yapılmış )
çok doğru memduh nihat ada, Hayatın hiçbir şey etmediğine, hiçbir şeyin de bir hayat etmediğine inanıyorsun, lakin hayatı ve herşeyi faklı kılanın da dosluk olduğunu biliyorsun...