Bildiğiniz gibi, benim de herkes gibi belirli favori konularım var. Bugüne dek yazılarımı okuyanlar, bu konuların neler olduğunu bileceklerdir ve özellikle bayan okurlarımın ellerinde yazılarımdan başka veri olmaması nedeniyle doğal ve pek haklı olarak hakkımda ne tür yargılara kapıldıklarını tahmin edebiliyorum. Onları önemsiyorum ve her zaman söylediğim gibi istisna olduğunu düşünenleri saygıyla ayırıyorum… Doğası gereği, hiçbir erkeğin “kadın düşmanı” olmak gibi bir lüksü olamaz. Yapmaya çalıştığım şey, her iki cinsin karşı cinsle ilişkilerin kimyasını bozan tipik hatalarını tespit ederek çözümlemeye ve olması gereken doğruları işaretlemeye çalışmaktan ibarettir. Söz konusu çözümlemeleri yaparken, zaman zaman sertleştiğimin farkındayım. Bilirsiniz işte, birbirimizi tanıdığımız zaman hoşgörü, tanımadığımız zaman ise önyargı geliştiririz. Bu açıdan, günlük yaşamdaki ilişkilerimde sevgi ve iyilik diline yaslanmak için özel bir çaba harcadığımı bilmenizi isterim; fakat ilerleyen haftalarda arada bir erkeklerimize de iki çift sözüm olacaktır. Dolayısıyla, bundan önce ve bundan sonra kalbini kırmış olabileceğim herkes tarafından bağışlanma dilerim…
İlke olarak, yazılarımı okuyan kimselerin her seferinde işlediğim konuyu daha önce hiç o şekilde düşünmediklerini, yeni şeyler öğrendiklerini, önlerinde yeni ufuklar açıldığını duyumsamalarını sağlayacak tarzda yazmaya gayret ediyorum. Repertuarınıza yeni bir şeyler katmayan bir yazıyı okumak, güzel gözlerinizi yormaktan ve “telafisi olmayan tek değer” olan zamanınızı heba etmiş olmaktan başka ne işlev görmüş olabilir ki?
Bugün, size iki önemli anekdot aktarmak istiyorum. Birincisi, Japonya’dan kısa bir zen masalıdır.
“Vahşi bir kaplanın önünde ölümün soğuk nefesini ensesinde saniye saniye hissederek var gücüyle kaçmakta olan bir adam, nihayet bir uçurumun kenarına gelir ve kendini oradan aşağıya bırakır. Şans eseri, tam da o noktada büyümüş bir ağacın üzerine düşer ve can korkusuyla ağacın kollarından birine iki eliyle birden yapışır. Aşağıya bakar ve orada da birkaç kaplanın kendisini beklediğini görür. Hemen ardından, daha kötü bir şeyin farkına varacaktır. Tutunduğu dalın dibine yerleşmiş olan iki fare, dalı iştahla kemirmektedir. Kısa bir süre sonra, korkunç ve kaçınılmaz bir ölümün kollarına düşeceğinden hiçbir kuşkusu kalmamıştır. İşte tam o esnada, yan tarafında, uçurumun yüzeyinde bitmiş ve üzerinde sadece bir tane meyvesi bulunan bir yaban çileği dikkatini çeker. Ağaçtan tek koluyla tutunmaya çalışarak, diğer eliyle o tek çileği dalından koparır ve ağzına atar. O anda, başka bir şeyin farkına varır: Tüm hayatı boyunca, hiç o kadar lezzetli bir çilek yememiştir. Çünkü, o güne kadar ağzıyla yediği o çileği, bu kez kalbiyle tatmıştır…”
İkinci anekdot, okuduğum romanlardan birinde geçen bir sahneydi.
“Bir savaşın en şiddetli anlarından birinde vurulup sırtüstü yere düşen bir subay, gökte parıldayan güneşle karşı karşıya gelir. Ona, inanılmaz derecede duygulu ve dokunaklı gözlerle bakar. Çünkü, o güne dek çıplak gözleriyle baktığı güneşi, o anda kalbiyle görmüştür.”
Bunları anlatmamın nedeni, ilişkilerimizde yüreğimize yeteri kadar danışmıyor ve onu fiziksel hazlarımıza yeteri kadar ortak etmiyor olduğumuzu vurgulamaktır. Neredeyse her şeye dair algılama biçimimizi belirleyen şey, beyin dilimizdir ve onu programlamak veya formatlamak bizim elimizdedir. Beyin dilimiz, beynimize yüklenmiş değer yargıları, kelime ve kavramlardan oluşan bir kod sistemidir. Daha açık bir dille, düşünme biçimlerimizdir. Günlük bazda düşünecek olursak, düşünme biçimlerimizi belirleyen etkenleri içsel ve dışsal etkenler şeklinde kategorize edebileceğimizi düşünüyorum. Vücudumuzun komuta merkezi olan beynimiz o denli duyarlı bir organdır ki, dışımızda gelişen olaylarla her gün belki binlerce kez programlanıp durur ve pek çoğundan haberimiz bile olmaz. Buna bir örnek vermek istiyorum: Diyelim ki, bugüne dek rahatça oturduğunuz apartman daireniz hakkında çok güvendiğiniz bir kaynaktan şöyle bir bilgi aldınız: Bina yapılırken her türlü malzemesinden çalınmış olup, en küçük bir sarsıntıda ciddi boyutta bir yıkılma olasılığı taşımaktadır. O andan itibaren, içinde oturduğunuz binaya bakış açınız tamamen değişir ve tası tarağı toplayıp oradan bir an önce kaçma isteği duymaya başlarsınız. Başka bir örnek verelim: Örneğin, bir gün güvenilir bir dostunuz, yakın çevrenizde bulunan ve (afedersiniz) vücudunuzdaki herhangi bir kıl kadar sevmediğiniz biri hakkında belirli bir yer ve zamanda sizinle ilgili çıkan bir dedikoduyu örtbas etmek için samimi bir çaba harcadığı bilgisini vermiş olsa, ona karşı o andan itibaren sıcacık bir sevgi duymaya başlarsınız değil mi? Demek oluyor ki, çevremizde ortaya çıkan yeni olay ve durumlar sürekli olarak beynimizi yeniden formatlamaktadır; ancak beynimizin programlaması konusunda bir “etkisiz eleman” olmadığımızı, tersine birincil aktör olduğumuzu ya da olmamız gerektiğini düşünmemek gibi bir sorunumuz olduğu da bir gerçektir.
Eğer beyninizi geleneksel kültüre, belirli bir doktrine veya kişiye tümüyle kiraya vermediyseniz, bilin ki baki bir hak olarak onu yönetmek hala sizin elinizdedir. Çünkü, o kendi beyninizdir. “İçsel etken” dediğim şey, bizzat sizsiniz… Ayrıca, beynimizin mevcut kodlarını değiştirmemizin zamanı ve sınırı yoktur.
Dikkat ettiyseniz, ilk başta anlattığım her iki olayda da, tadılan ve seyredilen şeyler “sonuncu” ve zorunlu olarak “tek”tir; ancak bunu yapmak için bir kaplan tarafından bir ölüm uçurumunun kıyılarına kadar kovalanmak ya da bir savaş meydanında kör bir kurşunla sırtüstü yere serilmek zorunda değilsiniz. Yapmanız gereken tek şey, beyninizi programlamayı gerçekten istemektir. Eğer istiyorsanız, bir şekilde ve bir ölçüde olacak demektir.
Neden bilmiyorum; bu sefer içimden öncelikle erkeklere seslenmek geldi. Örneğin, eşinize dünyadan ayrılmadan önce en son selam verdiğiniz bir dost gözüyle baktınız mı hiç? Ona, dünyada ondan başka kadın olmadığını ve olmayacağını düşünerek dokundunuz mu hiç? Ona, dünyada kesinlikle en son temas ettiğiniz varlık olduğu duygusu veya inancıyla dokundunuz mu hiç? Böylesine büyülü bir dokunuşun nesnesi matah bir taş bile olsa, her şeye rağmen şu yorgun yerkürenin en şirin varlığı olan tatlı bir kadına dönüşmekte gecikmeyecektir.
Ona, yüreğinizle dokundunuz mu hiç?