Yakışıklı bulduğum tek pala bıyıklı olan Nietzsche’nin kayıtlara geçen en iriyarı sözü, büyük olasılıkla şudur: “Tanrı öldü…” Aslına bakılırsa, bu sözü doğrudan kendisi söylememiş, “Şen Bilim” adlı yapıtındaki bir deliye söyletmiştir. Kendi ifadesiyle, bu “kaçık” gündüz vakti elinde bir fenerle çarşıda pazarda dolaşarak “Tanrı öldü! Tanrı öldü!” diye bağırmaktadır. Ünlü filozofun ilgili yargıyı ortaya atma şekli, pek yaldızlı “filozof” sıfatına yakışacak kadar akıllıcadır. Çünkü, böyle bir sözü sadece bir deli söyleyebilir ya da ancak bir deliye söyletilebilir.
İnsan, beyni kafatasından fırlamadığı sürece böyle bir hezeyana inanamaz. Örneğin, biraz önce yalnız başına oturduğu odadan birkaç saniyeliğine dışarıya çıkıp geri döndüğünde masasındaki kalemliğin devrilmiş olmasını bile neden-sonuç ilişkisinden soyutlanarak açıklayamadığı halde Allah’ın varlığına inanmakta zorluk çekenlere, doğadaki ekolojik denge, makro-kozmik düzenin yapısı ve işleyişi ve de evrenin yaratılışını açıklayan en çağdaş ve popüler kuram olan “Big Bang” üzerinde birazcık kafa yormalarını öneririm. Düşünmenin önemine sıkça vurgu yapan ve kendilerini düşünmenin sorumluluğunu ve erdemini omuzlamış tek kesim zannettikleri için Descartes’ın ünlü sözünü “Düşünüyorum; öyleyse vurun!” şeklinde söyleyen sevgili yoldaşlarımız, papağan gibi slogan atmayı bırakıp bu konuyu da birazcık olsun araştırma ve düşünme lütfunda bulunurlarsa, Tanrı’nın hayatta olup olmadığını kolaylıkla öğrenebilirler. Burada, ayrıntıya girmeyeyim…
Bu yönüyle “havradan kovulmuş bir Musevi çocuğu” ve “çağının lanetli filozofu” olarak tanınmış olan, ancak yine de felsefe mahfillerince fazla dindar bulunan Baruch Spinoza’dan sert bir manevra ile ayrılan Nietzsche’ye göre, bunca adaletsizliğin, eşitsizliğin ve insani dramın yaşandığı bir dünyada, bütün bu olup bitenler karşısında yalnızca insanları avutmaya çalışan dinin ve onun insanoğlunu yeryüzüne acı ve çile çekmesi için göndermiş olan kalpsiz tanrısının ölmesi bir zorunluluktur. Aksi halde, özelliklerini tek tek sayarak işaret parmağı ile gösterdiği “üst-insan”a, yani seçkin ve güçlü birey tipolojisine ulaşmak olanaksızdır. Tarihsel süreci içinde kilisenin özellikle orta çağlardan itibaren düşünen insanlara neler çektirdiği göz önüne alındığında, sonradan gelişen bu tür tepkilerin anlaşılabilir bir tarafı olduğunu kaydetmemiz gerekir. Başka bir deyişle, Hıristiyanlığın tanrısının ölümünü ilan etmek, engizisyon mahkemelerinin bugün bile tüylerimizi diken diken edip aklımızı çıkaran işkencelerine ve endülüjans gibi sincice avutmacı uygulamalarına tanıklık etmiş olan Avrupa halkları nezdinde makul bir önerme olmuştur.
Daha sonraları, Karl Marks bu fikre dört elle sarılmış ve dinin kitleleri uyuşturmak amacıyla kullanılan bir “afyon” olduğu savını öne sürmüştür. Bizim memlekette Kur’an’la İncil’i aynı şey zanneden aklı beyninden menkul bazı çevreler de, doğal olarak o lanetli lağım çukurunun içine balıklama dalmışlardır. Somut olarak öne sürebildikleri tek delil, Gütenberg’in bulduğu matbaanın ülkemize uzun yıllar boyunca girememiş olmasıdır; fakat bilmedikleri veya bilmek istemedikleri şudur ki, o dönemde Osmanlı toplumunda hattatlık çok yaygın bir meslektir ve bu yolla günlük olarak Avrupa’da matbaaların ürettiğinden daha fazla yazılı metin üretilmektedir. Geri kalanı ise, her yerde görülen tipik insan hırsı ile yorumlanmalıdır. Bu işten geçimini sağlayan on binlerce insan işsiz kalmak istememiş, dolayısıyla değişimin önünde belirli bir direnç noktası oluşturmuşlardır. Demek istediğim, Osmanlı döneminin toplumu açısından bunun dinle bir ilgisi yoktur.
Öte yandan, İslamiyet zulmü kesin bir dille yasaklamış ve ona karşı koymayı bir tür vecibe olarak ortaya koymuştur. “Allah’ım! Zulmetmekten ve zulmedilmekten sana sığınırım” duası Güllerin Efendisi’ne aittir. O, aynı şekilde yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiş, her ne şekilde olursa olsun yardıma muhtaç olanlara kayıtsız kalmayı sert bir biçimde olumsuzlamıştır. Bu noktada, Hicret’in yedinci yılında Mekke’de bulunan müşrikler ekonomik bir darboğaza girerek kıtlıkla yüzleştiğinde, Güllerin Efendisi’nin en insancıl yanıyla onlara hatırı sayılır miktarda gümüş külçe göndermek suretiyle insani yardımda bulunmuş olduğunu anımsatmak yerinde olacaktır.
Yukarıda sözünü ettiğim çevreler, kendilerini “ilerici” ve “demokrat” unvanları ile yadetmekten çok hoşlanırlar; ancak genellikle ne Kur’an’ı bilirler, ne İncil’i… Ne Doğu’yu bilirler, ne Batıyı… Ne İslam tarihini bilirler, ne de Karl Marks’ın diyalektik materyalizmini ve onun tarih bilimine uyarlanmış şekli olan tarihsel materyalizmini… Aralarında çoğu, bırakın “Das Kapital”i, Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri”ni bile okumamıştır. Bunlar, Turan Dursun’un veya Bahriye Üçok’un iki tane kitabının yarısını okuduktan sonra ortalığa atlayıp onu bunu gericilikle suçlayarak aydın olduğunu kanıtladığını sanan acayip bir topluluktur. Samimi oldukları tek nokta, dinden ve dindardan rahatsız olmalarıdır.
Diğer fikirleri ise, yalnızca toplumda imaj yapmaya dönüktür. Sözgelimi, görünürde kadın haklarını savunurlar. Sonra, evlerine gidip karılarını döverler. Proleteryanın haklarını savunurlar; ama ellerine fırsat geçtiği zaman yoksuldan alır zengine yedirirler. Yoksula yardım edenlere, “şehirleri dilenci çadırına dönüştürdükleri” gerekçesi ile saldırmaktan ar etmezler. Aydınlanmadan söz ederler; ama ruhlarını kaplamış olan karanlık yüzlerine aksetmiştir. Sağduyulu biriyseniz, o karanlığı sezebilirsiniz.
Dediğim gibi, ellerinde din alerjisinden başka bir şey kalmadığı için, sonradan başka bir şey uydurmuşlar: Allah’a inanmak, “zayıflık” belirtisiymiş… Gören duyan da, Nietzsche’nin Allah’a inanmaya ve ondan yardım istemeye tenezzül etmeyecek kadar güçlü üst-insanı doğmuş sanır!
Bakın! İktisat biliminde ilk öğretilen konulardan biri, “insanın gereksinim ve isteklerinin sonsuz, buna karşın dünyadaki kaynakların sınırlı olduğu”dur. İnsanın hayali nereye kadar ulaşıyorsa, orada da gereksinim, arzu ve fantezileri vardır. Demek ki, sonsuz bir yaşam isteği ve sınırsız arzularla donatılmış olan insan, sınırlı bir dünya için yaratılmış değildir. Bu yüzden istem dışı olarak öyle birine yaslanmaya gereksimim duymaktadır ki, onun bu sonsuz gereksinim ve isteklerine yanıt verebilecek kadar büyük, kudretli, merhametli, zengin, cömert ve lütufkar olsun. İşte O, Allah’tan başkası değildir. O’na ve buyruklarına saygı ve sevgi ile bağlı olmak bir zayıflık değil, sonsuz gerçeğin ve gücün ta kendisidir. O’nun bizlere “Müjdeci” yoluyla ilettiği sonsuz bir hayat ve solmayan bir gençlik içinde bütün içgüdüsel isteklerimize ve ruhsal fantezilerimize kavuşacağımız ultra-lüks ikinci yaşam muştusu, yaşlılık ve ölüm gibi en büyük varoluşsal acılarımıza verilmiş en doğru ve ışıltılı yanıttır. Bu, Allah’ın kendisine inanıp aşkla seven ve ömrünü başkalarının mutluluğuna adayan her bir faniye, tıpkı kendisi gibi ölümsüzlük bağışlaması anlamına gelmektedir.
Şimdi, o malum arkadaşlara sormak istiyorum: Allah’a ve onun bu müjdesine inanan biri olarak, ölümün ardından hep genç ve ölümsüz olacağım, tüm insani gereksinim ve isteklerimin canımın istediği her an gerçekleşeceği ultra-lüks ve somut ikinci bir yaşamın başlayacağını bildiğim için, tıpkı şu anda olduğu gibi, ömrümün son yıllarını da huzurla geçirecek, naif bir telaş ve özlem dolu bir bekleyişle tamamlayacağım. Yaşlandığım zaman, örneğin kırlarda var gücümle koşup kuşlarla yarışamadığım ve bir kayanın üzerinden uçarcasına atlayamadığım için üzülmeyeceğim. Bir dağın doruklarına tırmanıp saçlarımı rüzgarlara okşatamadığımı için acı çekmeyeceğim. Arzu ettiğim halde kavuşamadığım aşklarım için gözyaşları dökmeyeceğim. Çünkü, bunları en güzel şekilde yaşayacağım bir “Harikalar ve Sürprizler Ülkesi”nin, her an yırtılabilecek olan perdenin hemen ardında beni beklediğini biliyor olacağım… Oysa siz, dünyada her şeyini kaybetmekle kalmamış, üstelik ileriye dönük herhangi bir umut ve hayali olmadığı için ölmeden önce kendi içinde korkunç bir cehennemi yaşamaya başlamış kimseler olacaksınız. Bu mudur güçlü olmak? Bu güçlülük değil, olsa olsa budalalık ve zavallılıktır.
Eğer hem dünyada daha sorumlu, daha devingen, daha mutlu, hem de yaşlılığınızda daha huzurlu olmak istiyorsanız, kendilerinden daha sevimli varlık bulunmayan Allah’ı ve Müjdeci’yi sevin. Yakından tanıma onuruna erişirseniz, onların bu sevgiyi ne kadar hak ettiklerini de anlamış olursunuz. Üstelik müjdesini verdikleri ikinci yaşam, insan kulağının duyabileceği en güzel şeydir. Böylesine cazip bir teklife kayıtsız kalmayı, onu araştırma gereği duymamayı nasıl izah etmeliyiz bilmiyorum. Şu sözü, yalnızca yeraltındaki köstebekler ve nemli, karanlık mağaralarda yaşayan yarasalar söyleyebilir: “Bir güneşiniz olduğu için size acıyorum!”
Sanırım, sadece kendimiz için değil, hepimiz için dua etmeliyiz…
|
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 10 yorum
yapılmış )
[
2008/02/16 01:07
] |
|
Hikmet gülleri, hezeyan bahçesinden derlenmez... |
|
|
|
HİKMET GÜLLERİ HEZAYAN BAHÇESİNDEN DERLENMEZ... |
|
|
Kamil
[
2008/01/25 23:16
] |
|
Vallaha pes alıngan olunmaz ki bu kadar sevgili kardeşim övgüye teşekkür etmedin ki bu zamana kadar peki niye şimdi yergi yapanı okuduğunu anlamamakla provakatörlükle suçluyorsun.Ama şunu bil için rahatlasın bu ülkede en fazla kazanan yazarlar.Emin,hıncal,orhan,Ahmet hakan.... beyler en fazla eleştirilen belkide sevilmeyenlerdir.bende seni eleştirdim ama yazılarındaki kaliteye de kabul edererk ara sıra da överek ama son yorumundan sonra artık birşey yazmam.Hakkını helal et |
|
|
|
Bazı okurlarıma, son kez olacağını umduğum bir şeyler söylemek isterim. Artık, yorumlarınızı sessizce izleyecek ve daha çok saygı duyacağım: Görünüşe göre, bazı arkadaşlar okuduğu her şeyi yanlış anlıyor. Bazı arkadaşlar, paragraflar arasında bağlantı kurmakta zorluk çekiyor. Ve bu arkadaşlar cesurca ve kınayıcı yorumlar yapmaktan çekinmiyorlar. Ayrıca, aralarında provokatif niyetlerle hareket edenler olduğunu seziyorum. Evet, iletişimi seviyorum; ama bu bağlamda olup bitenler iletişim veya paylaşım olmaktan çıkmış görünüyor. Yanlış anlaşılmak istemem. Size kızmıyorum. Sizi seviyorum ve önemsiyorum; fakat yazılarıma yorum yapmadan önce lütfen dikkatlice okuyun ve üzerinde biraz düşünün... Yine de teknik açıdan ''beğenmiyorum'' diyecek olan varsa aranızda, onunla yer değiştirelim... |
|
|
demir
[
2008/01/25 13:39
] |
|
ben de sevdaya katılıyorum yazarın ise yorumlara cevap vermesi edebi bir dille olunca güzel neticedede her yorum kendini bağlar |
|
|
Sevda
[
2008/01/24 21:07
] |
|
gayet tok gayet düz duygudan uzak fildişikuleden bakılarak yazılmış bir yazı konu aşk olunca ki birde yazar bu kadar iddalı ise aşk acıtmalı yakmalı biraz.birde Tanrı kelimesini ve abuk subuk adamları arada böyle derhuni yazılara serpiştirmek konuları çok dağıtıyor bencede çok zıplıyor hatta uçuyorsun.benzetmeler ise tam anlamıyla olsa oldurduk türden anlamsız örnek mi
''Yakışıklı bulduğum tek pala bıyıklı olan Nietzsche’nin kayıtlara geçen en iriyarı sözü, büyük olasılıkla şudur: “Tanrı öldü…” Aslına bakılırsa, bu sözü doğrudan kendisi söylememiş''
Özetle istese çok kaliteli yazabilecek entellektüel birikime sahip yazar kendini niye jöntürkler misali sıkar anlamadım. |
|
|
[
2008/01/24 19:35
] |
|
Değerli okurlarım... Burada yorum yapmamı umarım yanlış yorumlamıyorsunuzdır. Sebebini söyleyeyim: Egosu yüksek biri olduğum için veya tahammülsüz olduğum için değil... Tersine, insanları, onlarla iletişim kurmayı ve fikir değişimi ve paylaşımı yapmayı seviyorum. Dürüst olmak gerekirse, benim tanıdığım sosyal demokrat dostlarım genellikle sosyal insanlardır; ama demokratlıkları biraz eksiktir. Demokrasinin her kafadan bir ses çıkmasına alışmak olduğunu bir türlü anlamak istemezler. Başkalarının fikirlerine saygı duymazlar. Bu güzellikleri, yalnızca kendi hakları söz konusu olduğu zaman hatırlarlar. Başkalarının temel özgürlüklerle ilgili sorunlarına çözüm olarak akıl edebildikleri tek şey ise, ''yasak koymak''tır. Şimdi bu yorumu neden yazdım? Meraklısı kursun bakalım bağlantıyı? |
|
|
x
[
2008/01/23 13:57
] |
|
bikonudan diğerine nasıl böyle alakasızca zıplayabiliyorsunuz? ayrıca insanların inançlarına o kadar takmışsınız ki,bunu irdelemek size düşmez... |
|
|
|
tevhid inancı müslümanlıkta dinin direği ve başlangıcı gibi görülsede aslen insanlığın gereği ve başlangıcı kabul edilir.sofistikeler bir ben var benden içeri kasteddikleri allahın varlığımızla bir olduğu hristiyanların teslis inancı bile ''rab o rabtır''diyerek incilde hep vurguladıkları ,bir insanın müslüman olmasının ilk şartı tevhid inancıdır yani;allah birdir ondan başka ilah yada tanrıyoktur bu kesin tartışılmaz gerçektir.ısbata akıl yeterlidir akıl yetmezse tüm varlıklar bunun ısbatıdır.ısrarla herşeyin bir tesadüf sonucu olduğunu savunan ahmaklar ise ancak allahın kalplerini mühürlediği ve ancak allah dilerse o mührü açabilecebileceği gerçeğide kesindir.inandırmak için söze gerk yoktur dünyada yaşayan tüm varlıkların ısbatı tek ve bir olan yüce yaradanın ısbatı delilidir.akla gerek yoktur gözler dahil beş duyu yetmesse kalp dili onun varlığını tasdik edebilir.hocam dediğiniz gibi yazınızın sonunda ikna etmek yerine allahın hidayet vermesi için ancak dua edebiliriz.ama ben şu inanmıyoruz deyip ortalıkta basbas bağıran ve ortalığı velveleye veren insanların bille tenha köşelerde bi yerde allaha dua etiklerini düşünüyorum yoksa insan inançsız ölür yaşayamaz.buda kesin ve geçerli bir gerçektir. |
|
|
|
sizi bi arkadaşım sayesinde tanıdım ve okumaya başladım.ilk okuduğum yazınız kadınlarla ilgiliydi ve size çok kızmıztım.kesin biri canını yakmış dedim.çok iğneleyici ve keskindi kaleminiz.ama bu yazınızı okuduğumda buzlar eridi düşüncelerimde.hak edenlere anlayanlara az bile demişinizki.keşke diğer yazınızda olduğunuz kadar kaleminiz can yakıcı olsaymış.az bile demişiniz.ve şükürler olsunki bizim bi güneşimiz var.inş o perde aralanır ve bizler o güneşe bakabiliriz.Allaha emanet olun...
|
|
|
|
|
|
Yazarın Tüm Yazıları |
|
|
|
|