Şefik’ten yirmiye yakın – ödemesi iki bin dokuzda olmak şartıyla- kitap almışım. Hava soğuk, karnım aç. Garda büfe çalıştıran Mustafa ile görüşmem lazım. Yoldan iki simit alıyor ve yürüyerek Ulus tren garına geliyorum. Mustafa gelmemiş. Tren garında üç ay çalışmış olmanın tanışıklığıyla gidip gar pastanesinde oturuyorum. İçerisi sıcak. Çay alıyorum kendime ve girişteki masayı işgal ediyorum. Sigaramı da yaktım ki benden iyisi yok. İşsiz bir adam bundan daha fazla ne isteyebilir?
Aldığım kitapları masaya yığıyor ve tek tek ve uzun uzun bir daha inceliyorum. Geri verecek ve vazgeçecek değilim de daha yakından tanımak istiyor ve öncelikle hangi kitapları okumam gerektiğine karar vermeye çalışıyorum. Monioue Jutrin’in “Panait İstirati”, Guy De Maupassant’ın “Ölümden Beter”, Sezai Karakoç’un 1965 basımı “Yunus Emre” ile Ümit Y.Oğuzcan’ın 1955 basımı “Dolmuş” adlı şiir kitabı öne çıkıyor.
Masaya oturalı bir saat kadar olmuştu sanırım. Boyu ortadan uzunca, uzun saçlı, hüznünü tebessümünün ardına saklamış güzelce bir bayan, “Oturabilir miyim?” diye soruyor. Elinde çay. Böyle bir teklif beklemiyorum, ama “Buyurun!” diyorum samimiyetle.
Kitaplardan yola çıkarak konuşuyoruz. Aynı yazarları okumadığımızı fark ediyoruz lakin bu sohbet etmemize engel değil. Adı Betül olan bayanın yenilerde evlendiğini ama yine üzülerek boşanma aşamasında olduğunu öğreniyorum. İlk intibaım, insanları üzmek istemeyen bir yapısı olduğu. Bu kanaatimin sebebi de şu: Altı ay önce evlendiği ama boşanmayı da düşündüğü eşini yüzünü buruşturarak ve kaşlarını çatarak değil de tebessümle anıyor ve şöyle diyor. “Onun hayatını karartmamalıyım”.
Sohbet ediyoruz ve aklımdan onlarca şey geçiyor peşi sıra. Aziz Nesin yaklaşık şöyle diyordu: “Öykü yazarı olmanın kötü tarafı her tanıştığınız insanın sizin için malzeme olmasıdır. Bu sevgilide bile böyledir. Daha başlamadan siz onu yazmaya başlarsınız. Kimini uzun kimini kısa yazarsınız.”
Bakın görüyorsunuz ya daha altı-yedi saat önce yarım saat bir arada olduğum insan üzerinden neler yazmaya başladım.
Yazmak biraz da birilerini kalemine dolamak gibi geliyor bana. O zaman şöyle demem lazım: Madem kalemine birilerini dolayacaksın, kurban olarak kendini seç. Kendini yaz! Hem senin adamlarından P.İstirati, N.Kazancakis, N.Genç, S.Zweing, C.Bukowski, J.Kosinki gibileri de kendilerini yazmamışlar mı daha çok?
Betül, otuz yaşında. Niğdeli. Tiyatro kursuna gidiyor. İki yıllık, Radyo-Televizyon mezunu. İntibalarımdan biri de, dışına değil daha çok içine önem veren biri olduğu. Laf arasında şunu diyorum kendisine: “Bırakın kitap okumayı, kredi kartı edinmeye bakın”. Kinaye yaptığım farkında, gülümsüyor.
Bugün okuyup bitirdiğim ve yanımda olan, Sade’in “Erdemle Kırbaçlanan Kadın” kitabını alıp okumak istiyor. “Öbür kitaplardan birini seçip alın” diyorum, “bu kitabı bırakın.” Israr ediyor ve kitabı okuyup geri vermek şartıyla alıyor. Bu kitabı niye vermek istemediğimi çok iyi biliyorum. Sebep şu: Kitapta erdemden bahsediyor ve erdem bakımından erkekler o kadar sefil durumda tasvir edilmiş ve gösterilmişler ki – abartı kullanılmış olsa bile / ki edebiyatta abartıya da yer vardır/ yazara birçok noktada katılıyorum- olur ya Betül beni de o sefil ve adi erkeklerden –mahlûklardan- sayar korkusu yaşıyorum.
Bir haftadır –kutlu- misafirlerim var. Annemle babam. Gerçi misafirin her türlüsü kutludur. Misafir evin bereketidir. Misafir baş-göz üstünedir. Anacağım yerden zor kalkıyor. O anayı ben, elinde yüklü pazar fileleriyle hatırlıyorum. O anayı be,n coşkuyla fındık toplarken hatırlıyorum. O anayı ben, şafak sökmeden patates tarlasının kenarına yemek kaplarını bırakırken hatırlıyorum. O anayı ben, elindekini teklifsiz paylaşırken hatırlıyorum. O anayı ben, yedi-sekiz yaşlarında simit satan oğlunu uzaktan takip ederken hatırlıyorum. O anayı ben, Kütahya şehrinin “en güzel havacı askerini” kucaklarken hatırlıyorum. O anayı yarın yolcu edeceğim. Kim bilir belki de son görüşmemiz olacak.
Şu gözyaşlarım. Giderek daha korkak, daha çekingen oluyorum. Son zamanlarımı anne- baba olmasa bile kardeşlerimin yakınında geçirmek hayalindeyim. Bu hayal, bu düş beni diri tutuyor. Buralarda hep yalnızım. Korkum azalacağına çoğalıyor. Korkumu saklıyorum.
Boş, bomboş, içi boş olduğu için davul kadar ses çıkaran insanları tanıdıkça kendi boşluğumdan utanıyor ve dolmak için öncelikle musluğu açmak lazım geldiğini anlıyorum. Musluğu kapalı olan yüz yıl yaşasa ne çare?
Ruhumun derinliklerinde saklı duran hayvan dişlerini gösteriyor. Hırlıyor. Kendini unutur gibi davranmama ve isteklerini görmezden gelmeme razı değil. Unutma beni demiyor, beni unutman kendini unutman kadar zor diyor. Ondan ürküyorum!
Yetmiş yaşındaki anacığım benden okumak için kitap istiyor. Guy De Maupassant’ın kısa hikâyelerinden oluşan “Aşk Başkadır” kitabını veriyorum. Bugün yaşım kırkı geçti ve geriye dönüp baktığımda bu okuma alışkanlığımın temelinin anacığım olduğunu biliyorum.
Son yüz günde okuduğum kitap sayısı yetmiş. Kendi kendime, ee ne olmuş diyorum bunca okuduğun için. Kafam karışıyor ve bu konuyu geçiyorum.
Betül kim? Çocukluğu nasıl geçmiştir. Yokluk çekmiş midir? Kaç kardeşler? Genç kızlığı nasıldı? İlk aşkını hatırlıyor ve gülüyor mu? Neler bekliyordu hayattan ve beklediklerine ulaştı mı? Sekiz-on yıldır Ankara’da yaşadığını söylediğine göre Büyükşehir insanı olmuş demektir. O Büyükşehir insanları ki çoğunluğu bunca kalabalığa rağmen yapayalnız yaşarlar. İçlerindeki boşlukları kendi çabalarıyla kapatmak gayreti zor geldiğinden hep başkalarına dayanır, hep başka şeyler üzerinden yalnızlıklarını gidermeye çalışırlar. Büyükşehir: Size “Nasılsınız?”dan başka bir şey sormayan insan bolluğu. Çoğunluk insan ile yaşamaz, daire fiyatları ve araba markalarıyla doldurur ömrümü.
|
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 3 yorum
yapılmış )
|
Betül'ün kim olduğunu bilmemekle birlikte şunu söylemek isterim ki: Boşanma aşamasına gelinmiş bir evlilik olması çok da şaşırtmıyor okuyucuyu çünkü..her önüne çıkanın masasına oturacak bir yapıya sahip olan bir bayana hangi erkek, nereye kadar tahammül edebilir?
siz olsanız memduh bey?!
ne yapardınız?! |
|
|
yazar
[
2008/01/28 18:45
] |
|
cevabın bekliyorum.usta, çay söyledin mi? |
|
|
yazar
[
2008/01/26 22:19
] |
|
işte bu olduğu gibi akıtarak ,kanatarak iddasız, lakin kelimeleri iddalı yazanların aksine bize çok aşina tanıdık sevimli ilkeli olduğu gibi kaliteli bir yazı bende anamı bende yoksulluğu ve de işsizliğimde okuyarak senin gibi sevdim hayatı.ben şöyle yazarım diyerek ortaya çıkan yorumlardan etkilenip okuyucuya cevap yetiştirmeye çalışan karnı toklardan senin farkın bu işte sade ve hayatın içindesin hiç tanışmıyoruz bazan eleştirmişte olabilirim dik yazılarını ama bilsem hala orda çay içiyorsun atlar gelirim ankaraya tebrikler. nasipse çay içeriz be kardeş, |
|
|
|
|
|
Yazarın Tüm Yazıları |
|
|
|
|