Kabile hayatının en belirgin niteliği, kişilerin klan içinde kendi özgül varlıklarını yitirerek topluluğun sadık bir parçası haline dönüşmesidir. Bireyin zorunlu görevi, kabile içinde erimek suretiyle onun varlığını sürdürmesine katkıda bulunmaktır. Dahası, doğal yaşamını sürdürebilmesi buna bağlıdır. Günün birinde herhangi bir birey ortaya çıkıp, “Ben, kabilenin kurallarına göre yaşamak istemiyorum. Kendi kurallarımı koyuyor ve yaşamımı o doğrultuda sürdürmek istiyorum. Çünkü, bu şekilde kendimi daha iyi ve daha mutlu hissediyorum” demek gibi bir hata işlerse, kendisine doğarken bağışlanmış olan en büyük insan hakkını, yani “yaşama hakkı”nı kaybetme riski ile yüz yüze gelecektir.
Dediğim gibi, bu bildik çağdaş uygarlık merdiveninin henüz ilk basamağına bile adımını atamamış olan kabile veya klanların tipik özelliğidir. Bugün, dünyanın çeşitli yerlerinde bu tür toplulukların bulunduğunu biliyoruz; ancak daha ilginç olan şey, içinde milyonluk metropolleri barındıran bazı uygar toplumlarda da böylesine tuhaf ve köhne bir anlayışın varlığını olanca şiddeti ile devam ettiriyor olmasıdır. Birileri çıkıp toplumsal düzenin genel kabullerine aykırı şeyler söyleme cüretinde bulunduğu vakit, artık kutsal birer tabu haline getirilmiş olan o genel kuralların temsilcileri palaları çekerek linç psikozu içinde saldırıya geçmektedir. Bu tabular yasal ve dolayısıyla resmi nitelik kazanmış postülalar olabildiği gibi, geleneksel yapının yüzyıllar öncesinden sürükleyip getirdiği kimi töreler veya adetler de olabilmektedir ve bu yöndeki resmi veya kitlesel baskılar ne kadar ağır olursa, kişilerin bizzat kendilerini keşfetmeleri ve geliştirmeleri de o kadar zorlaşmış olmaktadır. Aslına bakılırsa, söz konusu olgu aynı zamanda doğrudan doğruya bir özgürlük sorunudur ve insanın mutluluğu temelde ona doğuştan verilmiş olan özgür düşünme ve seçme hakkını kendine dönük olarak kullanabilmesine sıkıca bağlıdır. Özgürce düşünemeyen ve yaşam biçimini özgürce belirleyemeyen bir kimse, kendisini gerçekleştiremeyeceği için mutluluğu da asla bulamayacaktır. Aynı şekilde, insanın “herhangi bir iyiliğin gerçek öznesi” veya “herhangi bir suçun faili” olabilmesi için, söz konusu eylemi bizzat kendi özgür iradesi ile gerçekleştirmiş olması gerekir.
Bizi en çok mutlu eden ve geliştiren şey, yaptığımız seçimleri ve eylemleri kendi isteğimizle, kendi gönlümüzle yapıyor olmamız değil midir? Acaba, devlet ve geleneksel-toplumsal düzen isteklerimizin yüzde kaçını gerçekleştirmemize olanak veriyor?
Bağlam açısından, örneğin ülkemizde esinini ''geleneksel kültür''den alan ve bireylerin düşünme-davranma biçimlerini denetleyip baskılamaya yönelik operasyon yürüten benzer bir mekanizmadan söz etmek olasıdır. Tek tek bireylerin tipik düşünme ve davranma biçimlerinin oluşumunda yürürlükteki yasalardan daha etkin rol oynayan ''geleneksel kültür''ün bekçisi ve icra organı ise toplumdur. Gelenek adına bireyleri denetleyen toplum, böylelikle aslında kişilerin ''birey olma'' sürecinin önünde duran en sert blok haline gelmektedir. Toplum bireylere baskı yaparken, ''birey olma'' bilincini yıpratmayı, hatta tümüyle durdurmayı, diğer taraftan ''ait olma'' duygusunu güçlendirmeyi amaçlar. Ne yazık ki, yığınlarca insan “birey olma” bilinci ile tanışma, dahası tadına bakma onuruna bile erişmeden içinde doğup büyüdüğü toplumun geleneksel kültürü tarafından dayatılan kalıpların içinde ömrünü tüketmek zorunda kalır. Çünkü, karşısında, o kalıplara, şablonlara girmek istemeyen bireyleri sert bir dille kınayan, hatta imha etmeye çalışan koskoca bir toplum vardır ve herhangi bir konuda bireysel olarak farklı bir çıkış yaparak standartların dışına çıkmaya teşebbüs eden her bir kişiyi acımasızca yutmaya ve sindirmeye çalışmaktadır. Tekrar etmek isterim ki, garip olan şey bu mekanizmanın işlerliğinin yine toplumu oluşturan diğer insanlarca sağlanıyor olmasıdır. Toplumun genel geçer kurallarına aykırı davrandığınız zaman, çevrenizdeki insanlar sizi karşı çıktığınız o kurallara dayanarak yargılamaya ve kınamaya başlarlar. Aslında o geleneksel yargılar, çarşıda-pazarda, sokakta-bahçede değil, insanların beynindedir. Bir başka deyişle, bireyler diğerlerinin bireyselleşmesinin önünde bilinçsizce set oluşturmakta ve böylece ileride olası farklı fikirler ve davranış modelleri ortaya koyma şanslarını da yine kendi elleri ile ortadan kaldırmak gibi bir hata işlemekte; böylece pek sıkıntılı bir biçimde çift yönlü ve umut kırıcı bir sarmal ortaya çıkmaktadır.
E. Cunnings’ e ait bir söz vardır: “Tüm gücüyle, seni kendi bünyesinde eritmeye çalışan bir topluma karşı kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşlarından birini vermek demektir; ne var ki bu savaş başladığı vakit bir daha asla bitmeyecektir”.
Bu açıdan, istisnai durumlar olabilmekle beraber, ilke olarak başkalarının özgürlük alanlarını çiğnememek ve onlara zarar vermemek şartıyla, herkes şu anda ve gelecekte ne olmak istiyorsa o olmalıdır. Başkası değil, salt kendisi olmalı, kendi gizil güçlerini ve özgül yeteneklerini keşfedip geliştirmelidir. Sonuçta, hiç kimse yeteneksiz yaratılmadığı gibi, tek yetenekli olarak da yaratılmamıştır ve kendisine bağışlanmış olan hayatı yaşayacak olan da yine kendisidir. Yapacağımız en iyi şey, çocuklarımıza, hatta hiçbir kurala dayanarak ayırım yapmaksızın tüm insanlara olabildiğince sevgi ve şefkat vererek, onları daima en iyi ve en doğru olana yönlendirmeye çalışmaktır. Yine de bizim istediğimiz şeye ilgi göstermiyor ve bunu yapmakla kendilerine ve başkalarına ciddi bir zarar vermiş olmuyorlarsa, izin verelim de kendilerini gerçekleştirsinler…
Bütün canlılar, dünyaya geldikleri andan itibaren, sadece kendilerini gerçekleştirmek için çaba harcarlar. Bir ördek, yumurtadan çıkar çıkmaz suya doğru koşar ve içine dalarak yüzmeye başlar. Bir aslan, gelişme süreci boyunca hep iyi bir aslan ve iyi bir avcı olma doğrultusunda çaba harcar ve annesi tarafından da bu yönde sürekli eğitim alır. Bir kartala, annesi sürekli bir kartala yakışır şekilde uçmayı ve avlanmayı öğretir ve sonunda iyi bir kartal olur. Başka bir ifadeyle, sonunda “kendisi” olur. Ünlü Yunan filozofu Epiktetos’un sözleri ile, “Örneğin, bir aslan uçamadığı zaman değil, iyi bir aslan olamadığı zaman mutsuz olur veya bir kuş balık gibi suda yüzemediği zaman değil, uçamadığı zaman mutsuz olur. Aynı şekilde, bir insan gerçek bir insan olamadığı zaman mutsuz ve talihsizdir”. Bugün bu olguyu, “kendi potansiyelini ve yeteneklerini açığa çıkarmak” ya da “kendini gerçekleştirmek” diye ifade ediyoruz. Özetle, birey kendi özgür iradesine dayanarak kendi yeteneklerini keşfedemediği ve geliştiremediği, daha doğrusu kendisi olamadığı zaman mutsuz olmaktadır.
Doğruluğuna kesinlikle inanıyorsak, farklı bireysel özelliklerimizi ve taleplerimizi ortaya koyarken özellikle topluma karşı cesur olmamız gerekir. Bireylerin karar alma mekanizması hızlı, tepki ve manevra yetenekleri etkindir; oysa toplum genellikle “sürü psikolojisi”ne saplanmıştır ve hareket kabiliyeti neredeyse yok gibidir. Birey yürekli ve güçlü, toplum ise zavallı bir korkaktır…