Bizim oralarda, yazın çıkılan yayla evlerine mezere derler.
Şimdi Ankara’nın boz, grimsi ve soğuk kışını yaşarken, ben seni ve beni, bizi ve dağları, kışı ve soğuğu düşlüyorum.
Öyle film sahneleri falan değil düşlediğim.
Mütevazı olsun isterim her şey.
Seninle ben.
On gün, bu dünyadan uzak, bize, yalnız bize ait bir dünya düşlüyorum.
Mezereye çıkıyoruz seninle.
Sanki yazarsam büyüsü bozulacak düşümün.
Sanki hiç uyuyamam böyle bir düşte.
Yalnızca birbirimizin için süslenmek, kokulanmak, giyinmek isterdim.
Sade, yalın, temiz ve pak olalım isterdim.
Sabun, ateş, odun, çürümüş yaprak ve kozalak ve kar ve toprağın uzak kokusu.
Tahta damın ve nenemim ot yatağının kokusu.
Çayın kokusu, ateşe sürdüğümüz patatesin kokusu.
Seninle benim kokum.
Yani hayatın kokusu.
Kar metrelerce yağsın isterim.
Çakalların ulumaları yüreğime korku düşürmez de yaşadığımı, nefes aldığımı, var olduğumu hatırlatır bana.
“Susarak konuşulurmuş” demek isterim uzun sessizliğimiz sonrasında.
Dünyanın ucunda, mekanik seslerden, yapay gürültülerden uzak gecelerimiz olurdu.
Gece gibi gece, anlayacağın.
Karanlık, soğuk, tipi, ayaz, kurt ve çakal ulumaları, sessizliğin sesi.
“Türbeleri dolaşıp gelen rüzgarın” sesi.
Hz. Âdem’den bu yana değişmeyen doğal seslere kulak verirdik.
Biz olmayı denerdik.
Lafın gelişi “biz” olmak değil, içten içe, gözden göze, acıtarak, kanatarak, yaşayarak “biz” olmak.
“Biz” olabilir mi insan?
Sanmam ki olsun…
Ucu bucağı olmayan bir uçurum, göz gözü görmeyen simsiyah bir karanlık gibidir biz olmak.
O karanlığın – ki gözleri kamaştıran bir aydınlık olması da muhtemel- o uçurumun kıyısına kadar gidebilmeyi denemek isterdim seninle.
İnsan denen mahlûka verilen yaşamın, yalnızlıkla beraber verildiğine inandığımdandır böyle yazışım.
İnancım odur ki paylaşan insanlar çoğalır, dal budak salar, zaman denilen silindire meydan okurlar.
Paylaşmak ile yalnızlığı karıştırmamak isterim.
Ormanlara doğru yüksek sesle bağırırdık.
Buradayız, varız, yaşıyoruz derdik.
Ormanlara, kelebekler gibi düşen kara bakarken, buhar dolu öpüşmelerimiz ve sımsıkı sarılışlarımız olurdu.
Donmak üzere olan kuşlara yem vermek, o ürkek, o tarifsiz çırpıntılarına dokunmak için onları alıkoymak, o kuşları yüreklerinden öpmek isterdim.
Seni de yüreğinden öpmek istediğim gibi.
Senin de o kuşlara benzediğini bilirim çünkü…