Batıkent’te bir ev... Atilla’nın evi...
İkindi gölgelerinin karanlığa teyellendiği vakitlerde varmışım Ankara’ya...
Yağmurlu ve serin bir hava...
Otele çekiyorum arabamı...
Kızılay’da işyeri olan bir arkadaşa selam veriyorum...
Aylak aylak dolaşıyorum...
Akşam yemeğini yiyerek odama çekiliyorum...
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” ini okuyorum...
Tüm tefrişatına rağmen otel odalarında hep bir yabancılık çeker ve kasvetlenirim...
Ki yıllar yılı... Onlarca otelin konuğu olmuş olsam da bu değişmemiştir... Alışamam...
Allah’u Ekber!
Deprem!
Benim depremim...
Ben – sözün özü- kalemini depremle inceltmiş ve yazmaya başlayan değil miyim?..
Gün içinde öğreniyorum...3,4 şiddetinde deprem olmuş...
Cep telefonumu kapatmışım... Resepsiyondaki bayana özel bir not bırakmamışım...
Ankara’da olduğum biliniyor da bu otelde kaldığımı birilerine söylediğimi de hatırlıyorum uykulu halimle...
Dâhili telefonum aralıksız çalıyor...
Herhalde yanlış odaya bağladılar diyerek telefona uzanmakta tembel davranıyorum...
Ne kadar inatçı bir ses.
Can sıkıntımı sesime yükleyerek, uykulu ve zoraki bir “Alo” diyorum...
“Yavşak seni...!”
Kısa bir an... Kimdir bu selam-sabah demeden “yavşak” diyen...
Telefon telleri suskun.
“Oğlum sen öldün!” diyor bu çok tanıdık ve özlediğim ses...
Çocuklaşıyor, şımarıyor... ve sanki güzel bir rüyanın içine bırakırcasına kendimi gözlerimi yumuyor ve cevaplandırıyorum arayanımı...
“İbnesin sen! Bu saate insan uyandırılır mı?” diyorum...
Gönlümden bir sevgili sıcaklığı geçiyor...
Atilla bu...
Dostum, arkadaşım... yoldaşım...
Nasıl diyorlar...?!
Kanka...!
“Seni almaya geliyorum...”
“Gel” diyorum... “Gel, soğuk gecelerde yattığımız gibi sarılıp yatalım birbirimize...”
Sesimim çatallaştığını duydu... Üstüme yürüse ağlayacağımı biliyor...
Susuyor...
Yaseminin sesi geliyor sevimli sevimli...
“Burhan abi... Ben böreği sarmaya başladım bile...”
Duymuyor ama içimden “Sus kız” diyorum... “Ağlatma beni...”
Atilla hala ne zaman geleceğimi... bu gece onlarda olduğumu... geç kalmamamı... daha bir çok şey söyleyip küfürle yolcu ediyor beni...
Yasemin “Abi... Gelmez isen inan darılırım... Hem biliyor musun ben tavlayı öğrendim...”
Atilla... Okul arkadaşım... Kardeşim... Özlediğim...!!!
Aynı türküye ses verdiğim adam... Nasılda kitap okurduk seninle... Nasılda tartışırdık Yusuf Kerimoğlu’nu... Ali Ünal’ı... Mevdudi’yi... Şeriati’yi... Seyyid Kutub’u... Ali Bulaç’ı... İsmet Özel’i...
İkimize severdik İmam Humeyni’yi ve her ikimizde sevmezdik koca kafalı o domuzu...!
Sevdiklerimizden uzakta yaşamak mıdır sevmek...
Yasemin... Atilla’nın eşi... Hiç büyümedi... Hep çocuk kaldı... Güleç... Sevgili Halit amcamın kızı... Öğrenci evimizin olduğu sokağın gülüydü... Atilla ile tanışmalarına ve dahi evlenmelerine vesile olduğumdan dolayı değil de bir abi sıcaklığında sever beni...
Bilir börek sevdiğimi ya... Sabahın dokuzunda duyurur bana “böreği sarmaya başladım abi” diyerek sevdiğini...
Aklıma Neslihan düşer...
Ne kadar zıttırlar Yasemin ile...
Biri ne kadar alçakgönüllü ise öbürü o kadar ukala ve küstahtır...
Birinde anaç bir güzellik varken öbüründe uyarı gerektirecek bir cazibe ve dişilik ön plandadır...
Yasemin kısaca Neslihan uzunca ve boyumcadır...
Neslihan beş yaş küçüktür Yaseminden...
Yeni yetme olmadan bir anda büyümüş genç kız ve “dişi” olmuştur Neslihan...
Atilla ile Yaseminin evlenmelerinin üzerinden üç yıl kadar geçmişti Neslihan ile beni başgöz etmek istediklerinde...
Halit Amca emekli olmuş ve baba memleketi Ankara Keçiören’e yerleşmiş .. Neslihan Hacettepe Eczacılığı kazanmış... bana yakın-bana uzak okuyordu...
Yine böyle bir Ankara görüşmemizde sanki yeni tanışıyor gibi tanışmıştık... bir anda büyüyüp gelişen Neslihan’la...
Doğrusu ya o güne kadar / küçük görmemden olacak / Yaseminin kardeşi olmaktan başka bir şekilde dikkatimi çekmeyen insan ile aramızda bir elektriklenme yaşamış ve devamında bir yıl kadar / moda deyimle / çıkmıştık...
Bir İstanbul buluşmamızda şunları söylemiştim ona...
Eskiden demiştim... Ev işlerine tembel, turşu basmayı, kazak örmeyi, börek açmayı bilmeyen kızlara takılırlarmış... “Sen evde kalırsın!” diye... Ne garip değil mi diye devam etmiştim... Zaman ne kadar hızla değişti.. Şimdi bunları bilen kızlar evde kalıyor...” Benim için önemli bir andı... O ise ne yüzü ne de dili ile bir yorum yapmış, muhtemelen duymamış ve “Güzel bir film var mı gidebileceğimiz” demişti...
Özellikle Yasemin çok istemişti bir araya gelmemizi... Halit amca dünden razıydı... Ama o havalı ve güzelliğini ve zekasını kendi edindiği bir kıymet gibi insanlara üstten bakmak için kullanan insan ile ben bir arada olamazdım... Olmadı da...
Sokrates “Başarı ve zafer, tanrıların verdiği tehlikeli bir armağandır...” derken bundan çok farklı bir şey söylemiyordu... Neslihan; O’na hiçbir zahmet göstermeden verilmiş olan güzellik ve zekasını arsızca ve çevresindeki insanları rahatsız edici derecede kullanıyordu.
Bu düşünceler ile daha uyuyamazdım...
Kalktım...
Yeniden saç tutmaya başlayan kafam çok sevimli geldi bana aynada...
Dazlak olmak o kadar da kötü değilmiş diyerek kendi kendime konuşuyordum ayna ile...
Hava serin... Kara kara bulutlar görünüyor pencereden...
Sigaram nerede?
Nefesimin açılması için içmem gerek...!
Otel odasından Ankara’yı seyrediyorum, gözlerim açık...
Kızılay, Sıhhiye, Maltepe Camii, Sakarya...
Dolaştım durdum...
Alev Alatlı’nın yeni çıkan kitabını aldım...
Bu ablamızı / Adananlılar gibi söylersek / oldu-bitti severim... Tutarım... Cemil Meriç’in dişisi gibi gelir bana...
Yasemine güzel bir eşarp aldım... Kankama kravat...
Kendime de koyu krem keten bir pantolon aldım...
Güvenpark dolmuşlarının önünden adını bilmediğin üç koca demet çiçek aldım... Muhayyel bir sevgili düşleyerek...
Mağazanın adını vermeyeyim... Yasemine eşarp aldığım mağaza... Erkekler içinde epey bir şeyler var...
Dalyan gibi bir kız... Yüzüne boya diye kompleks sürmüş!! Gökkuşağının tüm renkleri mevcut ablak yüzünde... Üzerimde pantolon denerken gözleri ile beni takip ettiğini fark ediyorum... Fark ettiğimi fark ediyor... Olacak ya tek müşteri benim o saatlerde... Yaklaşıyor... “Çok yakıştı beyefendi”... “Sahi mi?” diyorum suni bir sırıtışla... Sanırım anladı, anlaması gerekeni... Çekildi...
Tezgahtarlığın mayasından mıdır nedir... hiç bilmem ki biri de çıksın... “Ya arkadaş bu hiç yakışmadı!” ... Mübarek bedenim beynelmilel... İdeal... / Hoş genel ölçülere göre kilo ve boy orantım dünya standartlarında olsa da... / Bu her giydiğimin bana ya da başkalarına yakışacağı manasına gelmiyor...
Dergiden arıyorlar... Beş aydır yazı vermemişim...
O kadar oldu mu...?!
Olmuş!!
Necatibey Caddesiydi sanırım... Dört dilenci bir bankanın güneşliğine sığınmış... Kağıt Mendil, Bez Bebek, Çalar Saat, Pil satıyorlar... Öylesine tebessüm dolu yüzleri var ki... Epey bir süre onları seyrediyorum... Aklıma Nihat Genç’in bir yazısı geliyor... Yanlış hatırlamıyor isem... Ankara’nın körleri kayıplara karıştı” demişti... Güzel abim... Ben gördüm... Buradalar... İlanen Duyurulur...
Dün bir, bugün iki...
Kendi işimin sahibi olsam da onbeşgün diye çıkmışım yola...
Bugün burada olacağım kesinde yarın Trabzon’a doğru yola çıkmalıyım... Yaylalar gözümde tütüyor... Yalınayak yürümeyi öyle özlemişim ki... Akçaabat’ta Emin Enişte denizden ne getirirse yiyeceğim... Takılacak bana... “Hade gadaşım, bu gece beraber çıkalum baluğa...!!”
Bir gece, yanında ekibi... Zifiri karanlıkta denize açılmıştık balık tutmak için...
Misafirim ya benim hatırıma türküler söylüyor... demli çayı hazır tutuyordu...
Elemanlarına övüyor...“Habu uşak çok kafalıdur ha... Bazıları gibi kanı bozukta değüldur... Hami kadar Trabzonsporludur” diyordu...
Sırtım karaya dönüktü... Kıyıdan ne kadar uzaklaştığımızı kestiremiyordum... Bizim gibi başka teknelerin ışıklarından başka yalnızca simsiyah su vardı...
Hiç yaşamadığım bir iç bulantısı yaşamaya başlamış... Ne yaptılar ise düzelmemiş... “Enişte” demiştim... “Beni indir! Ben ölüyorum...!!!”
Rezil olmuştum...! Beni sahile bırakmak geri dönmüşlerdi... Bilmiyorum ne kadar yattım yüzü koyun kumların üstünde... Saatler sonra kendime geldiğimde de dört elle yürüyerek ulaşmıştım halamın evine...
Kocatepe Camisinin bahçesinde sıkı bir yağmura yakalandım... Alnım yukarıda, ellerimi açıp karşıladım yağmuru...
İki arkadaşa telefon ettim... Bir arkadaşa uğradım... Bir arkadaş ile Ulus / Hacıbayram’da buluştuk...
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 1 yorum
yapılmış )
ben de hocam bazan en sevdiğim kitaplarımı sevdiğim cdlerimi birde kahverengi kaplı günlüğümü laıp çıksam yola gitsem en sevdiğimbir dost sesinin yanına n eiyi olur hocam.sizde sanırım bu ruh bu mekan bağımlılığı olmayan ruh var ruhunuz şahane güzel olduğu kadarda dembeste sizi özel kılan ruhunuzu bedeninize esir bırakmamanız gezdirmeyi becerebilmeniz ve güzeliiliğine güellik katıyor yüreğinize ve elinize sağlık .selam mumduh abinin içindeki özgür ruha...