Bu hafta, size Fransız Edebiyatının büyüklerinden Guy De Maupassant’a ait olup elime geçen İngilizce metnini aslına sadık kalarak Türkçe’ye çevirdiğim muhteşem bir kısa öykü sunmak istedim. İtiraf etmeliyim ki, kişisel olarak şimdiye dek okuduklarım arasında yaşadığımız hayata dair doğrusal derinliği olan en unutulmaz ve zevkli öykülerden biridir bu. Belirgin bir yorum yapmak istemiyorum; ancak, birkaç cümle ile de olsa, öyküyü sizlerin nasıl yorumlayacağını doğrusu çok merak ediyorum…
Yoksa bu bir rüya mıydı?
Neden aşık olur insan? Neden? Koskoca dünyada bir tek onu görmek, aklında ondan başka bir düşünceyi barındırmamak, yüreğinde onunla birlikte olmak ve ona dokunmaktan başka tüm arzulara yabancılaşmak, dudaklarındaki tüm devinimlerin yalnızca onun adını mırıldanmaya bağımlı olması ne garip şeydir! Onun bütün benliğinize yayılan adı öylesine asidir ki, yüreğinizin derinliklerinden, tıpkı baharda eriyen karlarla kabaran ve coşkuyla akan sular gibi dudaklarınıza doğru aralıksız hücum eder; öylesine ısrarcıdır ki, bir dua gibi her yerde ve sürekli tekrar eder durursunuz. Onun adını sayıklamak artık uykularınızdan çıkmış, aydınlık günlerinizi de tümüyle ele geçirmiştir…
Size, bizim hikayemizi anlatmak istiyorum. Böylelikle, belki de hemen her yerde aynı olan hikayeyi anlatmış olacağım. Onunla bir yerde yollarımız kesişti ve onu sevdim; hepsi bu… Bütün bir yıl boyunca onun sevecen ruhu ve okşamaları ile yaşadım. Onun kollarında, giysilerinde, sözlerinde yaşadım. Ondan gelen her şeyle öylesine sarmaş dolaş olmuştum ki, artık ne gündüzü getiren gündoğumunu, ne de günün ardından etrafı kaplayan gecenin karanlığını fark edebiliyordum. Şu yorgun yerkürede ne bir canlıydım, ne de bir ölü. Onun dışında her şeyi unutmuştum; ama her şeyi…
Sonra öldü. Nasıl mı? Doğrusu, bilmiyorum. Artık hiçbir şey bilmiyorum. Ancak, bir akşam eve geldiğinde tümüyle ıslanmış durumdaydı. Çünkü dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ertesi gün, durmadan öksürdü ve bu bir hafta boyunca sürdü. Yatağından kalkamaz hale gelmişti. Beni dünyadan koparan ölümcül kederin boşluklarından hafızamda asılı kalan, bazı bulanık, sisli-puslu şeyler oldu. Örneğin, zaman zaman doktorlar geliyor ve bir şeyler yazıp gidiyorlardı. Kimi kadınlar ona ilaçlar içiriyorlardı. Elleri sımsıcaktı. Alnı ateş gibi yanıyordu. Gözleri parıltılı ve fakat hüzünle doluydu. Sorular sorduğum vakit cevap veriyordu; fakat neler söylediğini hatırlamıyorum. Ah, her şeyi unuttum, her şeyi, her şeyi! O ölmüştü. Son olarak açık biçimde hatırladığım diğer şey, onun hafif ve ölgün iç çekişleriydi. Hemşire yüreğinin derinliklerinden kopan bir acıyla “Ahh!” diye inlediği anda, gerçeği iyice anlamış olacaktım. Evet, ölmüştü artık…
O anda, onun öldüğü gerçeğinden başka hiçbir şeyi bilmediğimi anladım. Bir papaz çıkageldi ve “Metresiniz miydi?” diye sordu. Bunu, ona yapılmış bir hakaret olarak algıladım. O artık ölmüş olduğu için, hiç kimsenin onun hakkında böyle sözler söylemeye hakkı olmamalıydı. Onu reddettim. Daha sonra gelen papaz çok duyarlı ve şefkatli biriydi. Benimle onun hakkında konuşurken, gözyaşlarımı tutamadım.
Cenaze töreni konusunda bana danıştılar; ancak, neler konuştuklarını hatırlamıyorum. Tabutu ve onu tabuta yerleştirmeden önce çekicin çıkardığı sesleri hatırlıyorum. Aman Tanrım! Aman Tanrım!
O toprağa gömülmüştü. Evet, toprağın derinlerine doğru açılmış olan o çukura gömülmüştü. Kimi arkadaşlar gelmişti; bayan arkadaşlar. Kaçtım; hızla uzaklaştım onlardan. Kaçtım ve bütün gün yarı uykudaymış gibi sokaklarda amaçsızca dolaştım. Sonra, eve gittim ve ertesi gün de bir yolculuğa çıktım.
Dün, yeniden Paris’e döndüm. Odamı, yatağımızı, mobilyalarımızı, ölümünün ardından bıraktığı her şeyi tekrar gördüğümde o denli yeni ve güçlü bir hüznün saldırısına uğradım ki, pencereyi açıp çaresiz bedenimi sokağın ortasına atmamak için kendimi zorlukla tutabildim. Kendimi dışarı atmak üzere şapkamı aldım. Kapıya doğru ilerlerken, istem dışı olarak, holde o anda önünden geçmekte olduğum büyük aynaya baktım. O da holden geçerken hep o aynada kendisine bakardı. Dışarıya çıkmadan önce orada kendisini, kıyafetinin üzerinde hoş durup durmadığını, küçük botlarından saçındaki boneye kadar her yanını büyük bir duyarlılıkla incelerdi. Onu bu kadar sıklıkla yansıtmış olan aynanın önünde saygı ile durdum. Ah, onun güzel varlığını o denli çok yansıtmıştı ki, belki hala içinde saklıyor olabilirdi. Aynanın önünde öylesine kala kaldım. O düz, kocaman ve boş, ama sevdiğim kadını kesinlikle içinde barındırdığına inandığım aynanın önünde titreyerek bekledim bir süre. Kadınımı nasıl sevdiysem, onu içinde saklayan aynayı da öyle sevdiğimi hissettim. Ona dokundum; ama buz gibiydi. Ah! Anılarım! Kederli ayna! Ateş kadar yakıcı ayna! Korkunç ayna! Bunları anımsatarak ne kadar da eziyet ediyorsun bana! Oysa mutlu olabilmek için kalbimi dolduran tüm hatıraları unutmak zorundayım. Biri bana içimde yaşadıklarımı soracak olsa, yüreğimi dolduran duyguları tanımlayacak kelimeleri bulamam. O kadar acı çekiyorum ki!
Bilmeden, istemeden dışarı çıktım ve mezarlığa doğru yürüdüm. Başucundaki beyaz, mermer haçı ile oldukça sade görünen mezarının başına geldim. Mezar taşındaki yazıyı tekrar okudum: “Sevdi, Sevildi ve Öldü.”
İşte o orada! Aşağıda! Çürümüş, tükenmiş durumda! Ah, ne ürkütücü! Alnımı toprağa koydum ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Orada uzun, çok uzun zaman öylece kaldım. Sonra, havanın kararmaya başladığını fark ettim ve aynı anda tuhaf, delice bir istek doğdu içime. Umutlarını yitirmiş bir aşığın isteklerinden birine benziyordu bu. Dayanılmazdı. Geceyi mezarlıkta, onun mezarının başında sabaha dek ağlayarak geçirmek istiyordum. Ancak, birileri beni görebilir ve dışarı atılabilirdim. Yine de, bunu başarabilirdim. Kurnaz biriydim. Ayağa kalktım ve ölüler şehrinde kaygısızca yürümeye başladım. Uzun süre dolaştım. Bizim yaşadığımız şehirlerle karşılaştırıldığında ne kadar da küçük bir şehirdi. Buna rağmen, ölüler şehrinde sayısız insan yatıyordu. Oysa biz oturmak için yüksek binalar ve evler, geniş caddeler ve bizden sonraki dört kuşağın aynı zamanda yararlanacağı kadar güneş ışığı, tatlı su kaynaklarından içilecek sular ve geniş ovalardan ekmek isteyip duruyorduk.
Bize kadar gelen tüm kuşaklar için kayda değer herhangi bir iz yok; hepsi zamanın karanlık dehlizlerinde unutulup gittiler. Yeryüzü onları iştahla yutuyor. Tümüne elveda! Bu arada, mezarlığın en eski bölümünde olduğumu fark ettim. Burada yatan kimseler çok uzun zaman önce gömülmüş oldukları için, artık iyiden iyiye toprağa karışmış olmalıydılar. Haçlar eskimiş ve yerlere düşmüştü. İnsan etleri üzerinde bakımsız güller, kocaman ve yoğun servi ağaçlarından oluşan hüzünlü ve güzel bir bahçe fışkırmıştı. Olasılıkla, yarın yeni ölmüş birileri getirilecek ve onların varlığının yeterince belirsizleştiği bu ıssız yerlere gömülecekti.
Yalnızdım; ölümüne yalnız… Bu yüzden yeşil bir ağacın içine girdim. Kendimi ağacın kalın ve koyu renkli yapraklarının arasına iyice gizledim. Denizin ortasında batan bir gemideki bir kimsenin bulduğu bir tahta parçasına tutunması gibi, ben de ağacın gövdesine iyice sarıldım. Gökte ay görünmüyordu. Ne garip bir geceydi! İki mezar sırasının arasından uzayıp giden yolun ortasında bulunuyordum ve fena halde korkmaya başladım. Mezarlar, mezarlar, mezarlar! Her yerde yalnızca mezarlar! Sağımda, solumda, önümde, etrafımda, her yerde mezarlar vardı. Aşağı indim. Onlardan birinin üzerine oturdum. Çünkü artık dizlerimin bağı çözülmüş, yürüyecek gücüm kalmamıştı. Kalbimin atışlarını duyabiliyordum. Daha da kötüsü, o arada gerçekten bir ses duymuş olmamdı. Neydi acaba? Karışık ve tanımsız bir sesti. Duyduğum sesler benim beynimden mi, koyu karanlık geceden veya ölü insan bedenleri ile karışmış olan toprağın gizemli derinliklerinden mi geliyordu acaba? Gözlerimi olabildiğince açarak etrafımı gözetledim. O durumda, ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Bedenim, korkudan adeta felç olmuştu. Buz kesilmiştim. Korkudan çığlık atarak kaçmaya veya ölmeye hazır bekliyordum.
Birdenbire, üzerinde oturmakta olduğum mezar taşının kımıldadığını hisseder gibi oldum. Çok geçmeden, hissettiğim şeyin doğruluğundan kesin olarak emin oldum. Altımdaki taş, yavaş yavaş kalkıyordu. Can korkusuyla yerimden sıçradım ve hemen yan taraftaki mezar taşının üzerine oturdum ve o taş da kımıldamaya ve kalkmaya başladı.
Sonra, ölü kendi tabutunu açtı ve mezar taşını sırtıyla itip devirerek çıplak iskelet biçiminde ayağa kalktı. Gecenin koyu karanlığına rağmen, onu oldukça net görebiliyordum. Ardından, mezar taşının üzerindeki yazıyı okudum: “Burada, elli bir yaşında ölmüş bulunan Jacques Olivant yatmaktadır. Ailesini severdi; şefkatli ve onurluydu ve nihayet Tanrı’nın rahmetine kavuştu.”
Mezar taşına kazınmış olan cümleleri o da dikkatle okudu. Sonra, yan taraftaki patikadan ucu sivri bir taş alıp getirdi. Getirdiği sivri taşla, az önce mezar taşında yazılı olan cümleleri özenle sildi. Sonra, onun üzerine artık sırf kemikten ibaret olan işaret parmağının sert ucuyla ve dikkatle şunları yazdı: “Burada, elli bir yaşında ölmüş bulunan Jacques Olivant yatıyor. O, mirasına konmak için babasının ölümünü hızlandırdı. Karısına ve çocuklarına eziyet etti. Komşularını kandırdı. Çevresinde bulunan hemen herkesin hakkını yedi ve perişan halde öldü.” Yazma işini bitirdikten sonra ise, yeni mezar taşına bakarak öylece kaldı. Çevreme baktığımda, bütün mezarlardan ölülerin kalktığını ve mezara konuldukları sırada yakınlarının yazdığı yazıları silerek başka şeyler yazmaya koyulduklarını gördüm. Yeniden yazdıklarına bakılırsa, hepsi de komşularına eziyet etmiş olan, kinci, ikiyüzlü, yalancı, sahtekar, iftiracı, hasetçi, kıskanç kimselerdi. Öyle ki, ölümlerinin ardından Tanrı’ya bu denli kusursuz biçimde takdim edilmiş olan bu sadık hanımefendiler, itaatkar oğullar, iffetli kız evlatlar ve dürüst iş adamları, sağlıklarında diğer insanlara hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmemişlerdi. Şimdi, gözümün önünde, yaşadıkları süre içinde sakladıkları gerçek yüzlerini mezar taşlarına dürüstçe ve en etkili ifadelerle yeniden kazıyorlardı.
O anda, aklıma canım sevgilim geldi. O da, şu anda kendi mezar taşına bir şeyler yazıyor olmalıydı. Ayağa fırladım. Artık, korkularımı unutmuştum. Yarı açık tabutların, cesetlerin ve iskeletlerin arasından var gücümle onun mezarına doğru koşmaya başladım. Onu da aynı şeyi yaparken bulacağımdan hiç kuşku duymuyordum. Mezarına iyice yaklaştım. Bezlerle sarılı olduğundan dolayı yüzünü göremediğim halde, onu hemen tanıdım. Bir an durup, mezar taşında önceden yazılmış olan cümleleri düşündüm: “Sevdi, Sevildi ve Öldü.”
Şimdi ise, şunlar yazıyordu: “Yağmurlu bir günde, sevgilisini bir başka erkekle aldatmak için dışarıya çıkmıştı. Soğuktan hastalandı ve öldü.”
Söylediklerine göre, beni ertesi gün onun mezarının üzerinde baygın halde bulmuşlar…