Atilla arıyor...
“Nerdesin?”
Koca bir yaş pasta alıyorum... Yasemin sever... Ve biz, / Kaç kişi kaldı yürekten biz dediğimiz...? / Atilla ile öğrenci iken... “Ulan derdik... Bir gün çok para kazanacak ve koca bir yaş pastayı ikimiz yiyeceğiz...
Ama bilmiyorduk kader bizi uzak kılacaktı birbirimizden ve o yaş pastanın tadı hep Fatih’in pastanelerinde saklı kalacaktı...
Ağlamam değil mi...?! Yok, yok ağlamam... Ya ağlarsam... Ya ağlarsak Atilla ile beraber...
Sanki kapının arkasında bekliyordun Yasemin... Zilin ahengi tamamlanmamıştı daha...
“Halit abimin kızı...”
“Abi hoş geldin...”
Yamyam bağırıyor içeriden... “Adını sormadan, dilenci mi nedir anlamadan kapı açılmayacak demedim mi...”
Sözlerini yerim senin güzel kardeşim... Konuşma ki ağlamayayım...
Büyükçe salonun büyük masasının üzerine bırakıyorum elimdekileri...
Kucaklaşıyoruz...
Ağlamamak için bu anı kısa tutmalıyım...
Ama olmuyor...
Çözülmüyor ellerimiz...
İmdadımıza güreş yetişiyor...
Tüm gücümüz ile saldırıyoruz birbirimize...
Yasemin beni destekliyor...
“Zayıflamış, kuvvetten düşmüşsün” diyorum...
“Sana öyle geliyor” diyor...
Ha az kaldı sırtını yere yapıştıracağım...
Usulca kulağına eğiliyor...muzipçe takılıyorum...
“Tabi oğlum” diyorum... “Normaldir yorgun olman...”
“Sen evlisin!!!”
Kafama şaplak atıyor...
“Nedir bu hal...?!”
“Yeni imajım” diyorum...
Yemiyor yalanımı...
“Kime kızdın!”
Bir kez bir sohbet çıkışında... Kraldan fazla kralcı geçinen abi/hocamıza kızgınlığımdan... bir kez de Asteğmenken Tabur Komutanının “Saçınızı kısaltın Asteğmenim” sözüne inat kafamı dazlak yaptırdığımı biliyor...
“Sende bir iş var oğlum...Yasemin bizi biraz yalnız bırakır mısın?!”
Yaseminde gülüyor...
“Ben yemeği hazırlamaya gidiyorum zaten...”
“Sahi, ne oldu saçlarına....”
“Gülmeden sorsana yamyam...!”
Yüzüm beni elemi veriyor nedir...
“Sonra anlatırım” diyorum... “Söz!”
İkna olmuyor...
Tehdit ediyor...
“Bak, Yaseminin yanında bacanak olmaktan vazmı geçtin diye sorarım..”
Yemin etmek zorunda kalıyorum...
“Bir bayan…!”
“Devamını anlatacaksın” diyor...
Sevindiğini söylüyor...
Bacanak...
Herhalde güzel bir sıfat... Bilmiyorum...
Koca bir yalan... Bildiklerim var...
Daha Lise yıllarında bacanağın ne demek olduğunu tatmışım ki ne tadış...!
Lise ikiye gittiğim yılın yaz ayları...
Hüseyin abi diye birinin yanında havlu ve iç çamaşırı satıyorum...
Bir iki ilçe pazarının yanında şehir merkezinde de Salı-Cumartesi günleri yan yana tezgah açmaktayız. Daha doğrusu Hüseyin abi kendi yanında bana yer veriyor...
Gönlü gani, güleç yüzlü, hoş sohbet bir adam.
Nasıl başladığını hatırlamıyorum ama bir şekilde birbirimize “Bacanak” diye seslenmeye başladık... Bir zaman sonra isimlerimizi kullanmaz olmuştuk. Bacanak aşağı- bacanak yukarı... Bacanak şu parayı bozar mısın... Bacanak yağmur yağabilir, şu tenteyi çekelim.
Sanırım bu bacanak faslının başlaması yine Hüseyin abinin bana takılması... sana baldızımı vereyim ve bacanak olalım şakasından sonra başlamıştır…
Hanımı ile tanışıyoruz. Bazen evlerine uğrarım. Yemeğe kalmamı sağlarlar. Çay içer, sohbet ederiz. Hüseyin abi hanımına takılır... “Aslıhan’a şöyle, onu Burhan’a vereceğim…” Yenge Hüseyin abiden neşeli ve güleçtir... Beni sevindirir... onore eder… “Burhandan iyisini mi bulacak... Boy-pos yerinde, yakışıklı, okuyor, para kazanıyor… Ben asıl babama söyleyeyim damadı için hazırlık yapsın…”
Ben utanırım... Mahçupca gülümserim... Aslıhan derim kimselerin duymadığı bir sesle... Kendisini hiç görmemişimdir... Sonra unutur giderim...
Bir Cumartesi günü.. Kalabalık bir gün... Bir müşteriye para üzeri verirken bir başka müşteriye havlu açıyor, ilgileniyorum... Bozuk para çıkışmıyor. Bedenimi ve başımı hiç çevirmeden...”Bacanak… şu parayı bozar mısın?” diye parayı uzatıyorum Hüseyin abiye. Hüseyin abi kol hizamda. Yüzümü çevirmiyorum ama Hüseyin abinin hareketsiz durduğunu... önünde de müşterisi olmadığını görmekteyim. Bir iki kez daha tekrarlıyorum. “Bacanak, şu parayı bozar mısın?” … Bacanaktan çıt yok... Hareket yok. Elleri kavuşturmuş beni seyrediyor.
Başımı çevirken… “Ya bacanak” dediğim anda.. Hüseyin abinin tezgahının bana uzak kısmında yaşlıca bir kadın ile genç bir kızın bana baktıklarını gördüğüm anda seslenişimin ve karşılık alamayışımın sebebini anlıyorum… Bacanak sözcüğü dudaklarıma yapışıp kalıyor... “Ba.. Ba..” Kekeliyorum... Parayı tezgahın üzerine bırakıp bir anda yok oluyorum ortalıktan.. Mahcubum... Kızgınım... Gülüyorum yine de... Demek Aslıhan bu... Güzelde değilmiş…!
Bir hafta gülüyor ve dalga geçiyor Hüseyin abi benimle. Yenge uğruyor tezgaha... “Aslıhan da annemde seni beğenmişler!” diyor tebessüm ederek...
Daha yüksek sesle bağırmaya başlıyorum... “Bursa havlusu bunlar!”... Ve aynı yüksek sesime delikanlıca bir heyecanda katarak devam ediyorum... “Bacanak, şu parayı bozar mısın?”
Kaç çeşit börek yaptın diyorum...
Gülüşüyoruz...
Pervane oluyorlar...
Yediğim önümde, yemediğim arkamda...!
Biliyoruz üç gün üç gece konuşsak bitmez hatıralar... soracaklarımız... ortak tanıdıklar...
Kitaplardan, televizyondan, yazmaktan konuşuyoruz...
“Abi, Atilla artık kitap okumuyor...”
“Varsın okumasın”
“Okumayı söktüğü günden bu yana eline tek kitap almamış bunca ahmağın adam sayıldığı bu memlekette onun okudukları beşyüz adam eder...”
Çocukları olmuyor mu, istemiyorlar mı...?
Bu tabloya çocuk yakışır...
Olur ya bir problem vardır ve yaralarını kanatırım diye sormuyorum...
Adamın kendisi yavşak...
Sormasa rahat edemez...
Sorsun sormasına da şimdi, burada, bu ortamda değil...
“Evlenmiyor musun?” diyor...
Gayri ihtiyari Yasemin ile buluşuyor gözlerimiz...
Gözlerimizden Neslihan geçiyor...
Olur inşallah diyerek geçiştiriyorum...
Golünü attı... Bıyık altı gülüyor...
Atilla saz çalıyor...
Fasıl yapıyoruz...
“Urfaya paşa gelmiş...”
Ağlıyor ve söylüyorum...
Çay gidiyor, meyve geliyor... Yaş pasta... meyve suyu... Kahve... Çerez...
Çiçekler diyorum... Çiçekler hoşuma gitti aldım...
Yasemin balkondaki çiçeklerini gösteriyor bana...
“Burası ne böyle?”
Seviyor, kokluyorum... yapraklarına dokunuyorum çiçeklerin... İsimlerini soruyorum...
Adı olsun diyorum...
“Atilla Bey hatıra ormanı...!”
Tavla oynuyoruz... Kimin yendiği hiç önemli değil... Önemli olan bir arada olmak...
Halit Amcayı... Hatice Teyzeyi soruyorum...
Neslihan’ı da sormam gerek... Soruyorum...
Staj yapıyormuş...
Yarın sabah Halit Amcaya kahvaltıya gidelim diyorum bir anda...
Atilla “ne oluyor oğlum” sorusu dolu gözlerle bakıyor aptal aptal...
Gol böyle atılır... Muzip muzip gülüyorum...
Niye dedim, niçin dedim... Bu teklifi yapmamın sebebini bilmiyorum... Sanki sanki sana değil, babana geliyorum demek Neslihan’a...
Ki işin bir başka yönü Halit amcanın ziyadesi ile memnun olacağını da biliyorum...
Saat gecenin 02.00 si...
Yaseminin sesini duyuyorum... Telefonda Neslihan ile konuşuyor... Geleceğimizi söylüyor...
Çerez, meyve... kahvaltılık malzeme... meşrubat...
Zahmet etmeyin demenin faydası yok...
Bana lazım olan çay ve büyükçe bir küllük...
Bilgisayar yatacağım odaya taşınıyor...
Bu muhabbeti nasıl bırakıp gideceğim yarın...
Yaram şimdiden kanamaya başladı...
Atilla sanki hissetmiş gibi içimden geçenleri ...
Mahzun...
Mahzunuz...
....
|
Köşe Yazısı
Hakkındaki Yorumlarınız
|
Yazarın Tüm Yazıları |
|
|
|
|