Sevgili okurlarım…
Felsefe denince, tüylerinizin diken diken olmasına gerek yoktur. Özellikle sağlam bir entelektüel altyapısı olanların, felsefenin düşünce dünyalarını zenginleştirmesine izin vermeleri gerektiği kanısındayım.
Kişisel olarak, sevgili Platon’a karşı özel bir ilgi duyarım ve bugün size onun felsefesinden bir parça söz etmek istiyorum. Yazıyı sonuna dek okuyanlar, ona duyduğum ilginin nedenini de açıkça anlayacaklardır.
Platon, evreni iki farklı katman halinde algılamıştır. Bunlardan biri görünümler (gölgeler) evreni, diğeri ise idealar evrenidir. Görünümler evreni derken, içinde yaşadığımız ve beş duyumuz aracılığıyla kavramakta olduğumuz fiziksel dünyaya gönderme yapmaktadır. Ona dair olup Doxa (sanı) diye tabir ettiği bilgiler, kesin değildir.
İdealar evreni, asli yerdir. Episteme diye tabir ettiği bilgisi, kesin ve değişmezdir. Akılla algılanır ya da o bilgiye ulaşmak için akıl yeterlidir. İnsan sonradan oradan bu görünümler (gölgeler) evrenine düşmüştür ve geride bıraktığı o asli evrenine sürekli özlem duymaktadır.
Doxa’yı bir şekilde öğrenirdik biz, peki ya episteme?
İşte, büyük filozofun bu doğrultuda geliştirdiği ünlü imgeleminden söz etmenin tam vaktidir. İlk kez lise yıllarımda onun “Devlet” adlı kitabında karşılaştığım, kesinlikle büyüleyici bir imgelemdir bu…
O gün Platon, ellerimden tutarak bir yeraltı mağarasına götürmüştü beni. Mağaranın içinde, insanlar bir baştan diğer tarafa kadar tek sıra halinde yan yana dizilmiş oturaklarda elleri, ayakları ve hatta başlarından zincirlerle sıkıca bağlanmış durumda oturuyorlardı. Konumları gereği, hepsi de aynı yöne bakıyorlardı. Doğdukları günden bu yana, aynı durumdaydılar. Öyle ki, o güne dek arkalarına hiç dön(e)memiş olduklarından dolayı, orada neler olduğu konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. Arkalarında bulunan duvarın dibinde, büyük bir ateş yanıyordu. Yanan ateş ile kendilerinin arasında, bir başka deyişle hemen arkalarında ise, bir yığın dünyevi yaratıkların kuklaları oynatılıyor ve onlar durmadan hareket eden bu dünyevi yaratıkların kuklalarının karşılarındaki duvara yansıyan gölge oyunlarını seyrediyorlardı. Bu gölge oyunu, onların tüm yaşamları boyunca gördükleri tek şey ve doğal olarak da tek eğlenceleriydi. Başka bir dünya veya yaşamla hiç tanışmamış oldukları için, imge güçleri farklı bir şeyi düşleyemiyordu. Dahası, her şeyin gördüklerinden ibaret olduğuna inanıyor olmaları, yaşadıkları durumun mutlu olmalarına yeterli olmasını sağlıyordu. Arzu etmek bir yana, başkaca bir yerin varlığını zihinlerinde canlandırmaktan bile aciz oldukları açıktı. Sonra Platon, bizi oradaki adamlardan birinin, bir şekilde mağaradan kaçtığını var saymaya davet eder. Adam büyük çabalar harcayarak yukarıya, yani yeryüzüne çıkmayı başarır. Yeryüzüne çıktığı vakit, ilk başta, karanlığa alışmış olan gözleri kamaşır ve hiçbir şey göremez. Önce, kendisinin ve diğer canlıların sudaki yansımalarına bakar; sonra yavaş yavaş gözlerini kaldırır ve gökteki güneşin aydınlattığı yeryüzünün ufuklarına dek yayılan göz alıcı güzellikler içinde devinen türlü canlı varlıklar ile büyülenir. Etrafında, göller, akarsular, yemyeşil tepeler, koruluklar, rengin çiçekler, uçuşan kuşlar, kelebekler ve daha nice canlılar vardır. Gözlerine inanamaz! O güne dek düşlemekten bile aciz kaldığı bu pırıl pırıl dünyaya ulaşmış olmaktan, sözcüklerin kalıplarına sığmayan tanımsız bir sevinç ve haz duyar.
Doğal olarak, bir süre sonra halen mağarada olan arkadaşlarının ne kadar zavallı durumda olduklarını düşünmeye başlayacaktır. Eğer bir gün o mağaraya geri dönmek isteyecekse, yapacağı eylemlerin onlara yukarıda gördüğü harika dünyanın varlığından söz etmekten ve onları yalnızca seçeneksizlikten dolayı pek hoş ve eğlenceli sandıkları o mağaradan kurtarmaya çalışmaktan başka bir amacı olmayacaktır.
Nitekim bir gün, gördüklerini saklamaya daha fazla dayanamayacağını anlar. Her türlü riski göze alarak, mağaraya geri döner. Oradakilere, gördüklerinden söz eder…
Peki ya, onlar buna inanacaklar mıdır? Elbette ki, hayır! Anlattığı şeylerin, bir yığın budalaca hikayeden, palavradan ibaret olduğunu söyler, kahkahalarla güler, hatta öfkelenirler; ancak şüphesiz bu yer yer ironik, yer yer de sinirsel olarak dışa vuran tepkilerin anlaşılabilir bir yanı da vardır: İnsanlar, hiç görmemiş ve duymamış oldukları şeyleri, hayal etmekte de zorluk çekmektedirler.
Olayı, burada kesmek istiyorum. Gerisi, bana göre önemsiz birer ayrıntıdır. Söylemek istediğim, bu öykünün bana en fazla anımsattığı kişinin, “öldüğü zaman yarı açık gözkapaklarının gökteki parlak güneşimizi gölgelediği bilgi ve ışık selimiz” Hz. Muhammed’ten başkası olmadığıdır. Şimdi, yüksek nezaketine sığınarak O’na seslenmek istiyorum: “Bunca zaman sonra, yalnızca adını duyduğumuzda bile göz pınarlarımızı dolduran Sevgili Dostum… Bu öyküyü okuduktan sonra, aslında hepimizin mağarada olduğunu bir kez daha anladığımı söylemeliyim. Sen bize, içinde kalbimizin ve bedenimizin tüm isteklerinin sonsuzca gerçekleşeceği, böylelikle yaşlılık ve ölümle ilgili bütün varoluşsal acılarımızın dineceği ikinci ve sonsuz bir yaşamın var olduğunu müjdeledin ve öğrettin. Sonuçta, sürdürdüğümüz şu sefil dünyevi yaşamın, müjdelemekle kalmayıp, aynı zamanda detaylıca betimlediğin o “Harikalar ve Sürprizler Ülkesi” ile karşılaştırıldığında bir yeraltı mağarasından hiçbir farkı olmadığını öğrenmiş olduk.
Tıpkı mağaradakiler gibi, elbette ki başlangıçta çevrende bulunan pek çok kişi sana inanmadı; dahası tıpkı mağaradakiler gibi seninle alay ettiler. Yıllar boyu, senin gül yüzüne hakaretler ve tehditler savurdular. Hatta yalanın en küçük işaretini bile taşımayan yüzüne tükürmek gibi korkunç bir eylemi o denli çok tekrar ettiler ki, bu ciğerleri parçalayan görüntüye hiç kimsenin yüreği dayanmazdı. İlk zamanlarda, bilmedikleri veya bilmek istemedikleri için sana karşı çıkan, seni susturmak veya yok etmek için sinsice planlar yapan düşmanların, kimi zaman da onların sahip oldukları bazı dünyevi ayrıcalıklara göz diktiğini iddia ediyorlardı; oysa ki, henüz beş duyu organının algılama gücü ile sınırlı olan dünya mağarasında iken, en kötümser tahminle ışık hızıyla gökyüzüne çıkarılan ve “gerçek yaşam” diye tanımladığın ikinci dünyayı, yani “Harikalar ve Sürprizler Ülkesi”ni görme onuruna ermiş olan sen onların kapandıkları mağarada nasıl bir zevk, mutluluk ya da ayrıcalık bulabilirdin ki?!
Artık, dünyanın senin için o karanlık ve boğucu mağaradan veya nemli bir hapishane hücresinden ne farkı kalmış olabilirdi acaba?!
Gerçek yaşamı gördükten sonra, yalnızca onu müjdelemek için gersin geriye döndüğün dünya mağarası, sana artık elem verici bir özlemden ve ölümcül bir kederden başka ne verebilirdi?!”