:. Haberler
  Bilişim
  Dünya
  Eğitim
  Ekonomi
  Kültür Sanat
  Politika
  Sağlık
  Spor
  Yaşam

  :. Gruplar
  Hava
  Söyleşiler
  Yazarlar

Biraz daha episteme,biraz daha özlem... 
Mert Aslan   ( altar42@hotmail.com )


Sevgili okurlarım…
Felsefe denince, tüylerinizin diken diken olmasına gerek yoktur. Özellikle sağlam bir entelektüel altyapısı olanların, felsefenin düşünce dünyalarını zenginleştirmesine izin vermeleri gerektiği kanısındayım.
Kişisel olarak, sevgili Platon’a karşı özel bir ilgi duyarım ve bugün size onun felsefesinden bir parça söz etmek istiyorum. Yazıyı sonuna dek okuyanlar, ona duyduğum ilginin nedenini de açıkça anlayacaklardır.

Platon, evreni iki farklı katman halinde algılamıştır. Bunlardan biri görünümler (gölgeler) evreni, diğeri ise idealar evrenidir. Görünümler evreni derken, içinde yaşadığımız ve beş duyumuz aracılığıyla kavramakta olduğumuz fiziksel dünyaya gönderme yapmaktadır. Ona dair olup Doxa (sanı) diye tabir ettiği bilgiler, kesin değildir.
İdealar evreni, asli yerdir. Episteme diye tabir ettiği bilgisi, kesin ve değişmezdir. Akılla algılanır ya da o bilgiye ulaşmak için akıl yeterlidir. İnsan sonradan oradan bu görünümler (gölgeler) evrenine düşmüştür ve geride bıraktığı o asli evrenine sürekli özlem duymaktadır.

Doxa’yı bir şekilde öğrenirdik biz, peki ya episteme?

İşte, büyük filozofun bu doğrultuda geliştirdiği ünlü imgeleminden söz etmenin tam vaktidir. İlk kez lise yıllarımda onun “Devlet” adlı kitabında karşılaştığım, kesinlikle büyüleyici bir imgelemdir bu…

O gün Platon, ellerimden tutarak bir yeraltı mağarasına götürmüştü beni. Mağaranın içinde, insanlar bir baştan diğer tarafa kadar tek sıra halinde yan yana dizilmiş oturaklarda elleri, ayakları ve hatta başlarından zincirlerle sıkıca bağlanmış durumda oturuyorlardı. Konumları gereği, hepsi de aynı yöne bakıyorlardı. Doğdukları günden bu yana, aynı durumdaydılar. Öyle ki, o güne dek arkalarına hiç dön(e)memiş olduklarından dolayı, orada neler olduğu konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. Arkalarında bulunan duvarın dibinde, büyük bir ateş yanıyordu. Yanan ateş ile kendilerinin arasında, bir başka deyişle hemen arkalarında ise, bir yığın dünyevi yaratıkların kuklaları oynatılıyor ve onlar durmadan hareket eden bu dünyevi yaratıkların kuklalarının karşılarındaki duvara yansıyan gölge oyunlarını seyrediyorlardı. Bu gölge oyunu, onların tüm yaşamları boyunca gördükleri tek şey ve doğal olarak da tek eğlenceleriydi. Başka bir dünya veya yaşamla hiç tanışmamış oldukları için, imge güçleri farklı bir şeyi düşleyemiyordu. Dahası, her şeyin gördüklerinden ibaret olduğuna inanıyor olmaları, yaşadıkları durumun mutlu olmalarına yeterli olmasını sağlıyordu. Arzu etmek bir yana, başkaca bir yerin varlığını zihinlerinde canlandırmaktan bile aciz oldukları açıktı. Sonra Platon, bizi oradaki adamlardan birinin, bir şekilde mağaradan kaçtığını var saymaya davet eder. Adam büyük çabalar harcayarak yukarıya, yani yeryüzüne çıkmayı başarır. Yeryüzüne çıktığı vakit, ilk başta, karanlığa alışmış olan gözleri kamaşır ve hiçbir şey göremez. Önce, kendisinin ve diğer canlıların sudaki yansımalarına bakar; sonra yavaş yavaş gözlerini kaldırır ve gökteki güneşin aydınlattığı yeryüzünün ufuklarına dek yayılan göz alıcı güzellikler içinde devinen türlü canlı varlıklar ile büyülenir. Etrafında, göller, akarsular, yemyeşil tepeler, koruluklar, rengin çiçekler, uçuşan kuşlar, kelebekler ve daha nice canlılar vardır. Gözlerine inanamaz! O güne dek düşlemekten bile aciz kaldığı bu pırıl pırıl dünyaya ulaşmış olmaktan, sözcüklerin kalıplarına sığmayan tanımsız bir sevinç ve haz duyar.

Doğal olarak, bir süre sonra halen mağarada olan arkadaşlarının ne kadar zavallı durumda olduklarını düşünmeye başlayacaktır. Eğer bir gün o mağaraya geri dönmek isteyecekse, yapacağı eylemlerin onlara yukarıda gördüğü harika dünyanın varlığından söz etmekten ve onları yalnızca seçeneksizlikten dolayı pek hoş ve eğlenceli sandıkları o mağaradan kurtarmaya çalışmaktan başka bir amacı olmayacaktır.
Nitekim bir gün, gördüklerini saklamaya daha fazla dayanamayacağını anlar. Her türlü riski göze alarak, mağaraya geri döner. Oradakilere, gördüklerinden söz eder…
Peki ya, onlar buna inanacaklar mıdır? Elbette ki, hayır! Anlattığı şeylerin, bir yığın budalaca hikayeden, palavradan ibaret olduğunu söyler, kahkahalarla güler, hatta öfkelenirler; ancak şüphesiz bu yer yer ironik, yer yer de sinirsel olarak dışa vuran tepkilerin anlaşılabilir bir yanı da vardır: İnsanlar, hiç görmemiş ve duymamış oldukları şeyleri, hayal etmekte de zorluk çekmektedirler.

Olayı, burada kesmek istiyorum. Gerisi, bana göre önemsiz birer ayrıntıdır. Söylemek istediğim, bu öykünün bana en fazla anımsattığı kişinin, “öldüğü zaman yarı açık gözkapaklarının gökteki parlak güneşimizi gölgelediği bilgi ve ışık selimiz” Hz. Muhammed’ten başkası olmadığıdır. Şimdi, yüksek nezaketine sığınarak O’na seslenmek istiyorum: “Bunca zaman sonra, yalnızca adını duyduğumuzda bile göz pınarlarımızı dolduran Sevgili Dostum… Bu öyküyü okuduktan sonra, aslında hepimizin mağarada olduğunu bir kez daha anladığımı söylemeliyim. Sen bize, içinde kalbimizin ve bedenimizin tüm isteklerinin sonsuzca gerçekleşeceği, böylelikle yaşlılık ve ölümle ilgili bütün varoluşsal acılarımızın dineceği ikinci ve sonsuz bir yaşamın var olduğunu müjdeledin ve öğrettin. Sonuçta, sürdürdüğümüz şu sefil dünyevi yaşamın, müjdelemekle kalmayıp, aynı zamanda detaylıca betimlediğin o “Harikalar ve Sürprizler Ülkesi” ile karşılaştırıldığında bir yeraltı mağarasından hiçbir farkı olmadığını öğrenmiş olduk.

Tıpkı mağaradakiler gibi, elbette ki başlangıçta çevrende bulunan pek çok kişi sana inanmadı; dahası tıpkı mağaradakiler gibi seninle alay ettiler. Yıllar boyu, senin gül yüzüne hakaretler ve tehditler savurdular. Hatta yalanın en küçük işaretini bile taşımayan yüzüne tükürmek gibi korkunç bir eylemi o denli çok tekrar ettiler ki, bu ciğerleri parçalayan görüntüye hiç kimsenin yüreği dayanmazdı. İlk zamanlarda, bilmedikleri veya bilmek istemedikleri için sana karşı çıkan, seni susturmak veya yok etmek için sinsice planlar yapan düşmanların, kimi zaman da onların sahip oldukları bazı dünyevi ayrıcalıklara göz diktiğini iddia ediyorlardı; oysa ki, henüz beş duyu organının algılama gücü ile sınırlı olan dünya mağarasında iken, en kötümser tahminle ışık hızıyla gökyüzüne çıkarılan ve “gerçek yaşam” diye tanımladığın ikinci dünyayı, yani “Harikalar ve Sürprizler Ülkesi”ni görme onuruna ermiş olan sen onların kapandıkları mağarada nasıl bir zevk, mutluluk ya da ayrıcalık bulabilirdin ki?!

Artık, dünyanın senin için o karanlık ve boğucu mağaradan veya nemli bir hapishane hücresinden ne farkı kalmış olabilirdi acaba?!

Gerçek yaşamı gördükten sonra, yalnızca onu müjdelemek için gersin geriye döndüğün dünya mağarası, sana artık elem verici bir özlemden ve ölümcül bir kederden başka ne verebilirdi?!”


Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız ( Toplam 3 yorum yapılmış )

MARSJÜ [ 2008/05/07 14:54 ]
Gerçekten de beklediğim gibi bi yazı olmuş hem ironik hem de bilgilendirici. ÇIPLAK vücutlu hatta civcivleri[beyinlileri] kullanmadan da güzel bi yazı yazılabiliniyormuş.Hocam elinize sağlık en azından bakış açımıza bir açı daha kattınız. Kolay gelsin teşekkürler.
ESEDULLAH [ 2008/04/19 19:59 ]
selam olsun sana ve yazdıklarına
erol44 [ 2008/04/19 11:44 ]
şu güzel ve anlamlı günler içerisinde, özlem duyduğumuz, görmeden inandığımız o sevgiliyle bütünleştirmeniz çok güzel olmuş...evet çok özledik...aslında ölmeden önce de mükemmel harikalar var ama onları şekillendirecek bir güce sahip değiliz..lakin onları da bize anlatacak birileri çıkacaktır inş. selam ve sağlıcakla.

 


Yazarın Tüm Yazıları
 2009.02.16 -  Çokeşliliğe “hayır” mı diyorsunuz?
 2009.02.10 -  Kadının Mahremiyet Evi
 2009.02.02 -  Öğrenmenin dayanılmaz tadı
 2009.01.26 -  Hadis tercümesinde taşralı ağzı
 2009.01.17 -  Bilin bakalım! Erkekler insan mıdır, bankomat mıdır?
 2009.01.12 -  Ergenekon dalgalarında kısa bir sörf
 2009.01.05 -  Kadınlar iletişim beceriksizi mi yoksa?
 2008.12.29 -  Cennetin ve cehennemin fragmanları
 2008.12.23 -  Anti-depresif öneriler
 2008.12.16 -  Sen olmazsan cennet solmaz mı?
 2008.12.07 -  İyilik ve kötülüğün kimyası
 2008.12.01 -  Allah sevgisinde kıskançtır
 2008.11.24 -  Yazma yetisi üzerine iki çift söz
 2008.11.16 -  Anneler ve sevgililer
 2008.11.11 -  Sırlar harikadır. Ta ki yakalanıncaya kadar…
 2008.11.03 -  Geğiren tanrıçalar
 2008.10.27 -  Masumiyet insana en çok yakışandır
 2008.10.20 -  Demirel: Eski Siyasetin Büyük Mavrası…
 2008.10.13 -  Aldatan Erkeklere Kuşbakışı
 2008.10.08 -  Aldatan Kadınlara Kuşbakışı
 2008.09.29 -  Kadınlık nelere kadirdir!
 2008.09.22 -  İnsanlardan uzaklaştıkça Tanrı’ya mı yaklaşıyoruz?
 2008.09.15 -  Tesettür Kutsal kitabın ne tarafındadır?
 2008.09.08 -  Kutsal gerdek
 2008.09.01 -  Allah’ı Sevme Sanatı
 2008.08.25 -  Hıristiyan Mü’minler
 2008.08.17 -  Tutsaklığı sevmek
 2008.08.10 -  Dilek Tepesi
 2008.07.27 -  Bir çiçekle de bahar olurmuş
 2008.07.15 -  Dante Beatrice’e kavuşsaydı…
 2008.07.07 -  NLP’den ışıltılı kareler (2)
 2008.06.30 -  Karanlık mağaraların zavallı yarasaları
 2008.06.23 -  NLP'den ışıltılı kareler (1)
 2008.06.14 -  Cennette kadın figürü
 2008.06.08 -  "Yürek Acısı"
 2008.06.02 -  Erkeği tutmak kolay mı sanırsınız?
 2008.05.24 -  Her ölüm vakitsizdir
 2008.05.14 -  Reinkarnasyon
 2008.05.05 -  Kölenin öyküsü
 2008.04.28 -  İlahiyatçılar Hz.Muhammed'ten daha mı iyi biliyor?
 2008.04.21 -  Kadınlar cennetine hoşgeldiniz!
 2008.04.15 -   Biraz daha episteme,biraz daha özlem...
 2008.04.07 -  Bir kibir abidesine
 2008.03.31 -  Kadınlar erkekten ne duymak ister?
 2008.03.24 -  Repertuarımdaki üç kırık hayat
 2008.03.16 -  Kadınlarla hala tartışıyor musunuz?
 2008.03.10 -  Yoksa bu bir rüya mıydı?
 2008.03.02 -  Kadınlar ve tapınaklar
 2008.02.24 -  Hiç kimsenin kadınları
 2008.02.17 -  Ölüden isteme ile diriden istemenin farkını rica edeyim
 2008.02.12 -  Tanrı'nın yeryüzündeki başyapıtı üzerine
 2008.02.05 -  Sıradan ve yüce, yakışıklı ve bayağı
 2008.01.28 -  İdeolojik ve toplumsal baskıya karşı bireysellik
 2008.01.24 -  Aldatan Kadınlara Kuşbakışı
 2008.01.21 -  Nietzsche, Marks veya Tanrı’ya Küsmek
 2008.01.14 -  Yoksa bu fakiri aşktan bihaber mi sanırsınız?
 2008.01.07 -  Kadınınıza yüreğinizle dokundunuz mu hiç?
 2007.12.31 -  Dört Kitaba Sığmazsan, Sen Ne İşe Yararsın?!
 2007.12.24 -  Kadınların Gizli Dünyası Üzerine
 2007.12.16 -  Sosyal Demokratların Reel Politik Dramı
 2007.12.10 -  “En yakın dostum katilim olur mu?”
 2007.12.03 -  İnin O Şatodan Aşağıya!
 2007.11.26 -  “Çift Gerektirmeli Bir Tanrısal Adalet Sarmalı” -Özeleştirel bir yaklaşım-
 2007.11.18 -  Müslümana Sopa Caiz midir?
 2007.11.11 -  Sevgili Erkekler! Türk Kadınları Size Hiç Bakmıyor mu?
 2007.11.05 -   “Hz. Muhammed ve etkin dinleme sanatı”
 2007.10.29 -  Kahrolsun PKK veya kötü reklam yoktur
 2007.10.22 -  Barda oturan adamın düşleri
 2007.10.15 -  “Feminizm gerçekten feminin (dişil) bir akım mıdır?”
 2007.10.08 -   “Model Türkiye’yi görmek ya da görmemek”
 2007.10.01 -  “Aldatılan Adamın Komedyası”
 2007.09.24 -  Kadınların cebi neden yoktur
 2007.09.20 -  Benim adım aşk
 2007.09.17 -  Herkese merhaba!
Aslan Korkmaz gelirken, Tuzcuoğlu giderken…
Lokman Koyuncuoğlu
Çokeşliliğe “hayır” mı diyorsunuz?
Mert Aslan
Otur oturduğun yerde
Memduh Nihat Ada
Davos Krizi; Erdoğan milat attı, Perez yavuz hırsız.
Taner Aydın
Affan Dede'ye para saydım
Mustafa Azılıoğlu
Boya boya çek
Huriye Karnap
Her ıslanan anlamaz!
Semra Hoyraz
MÜSİAD Farkı
Aydoğan Deveci
Davos ve sonrası…
Dr.Ali Can
Anlatma Sanatı
Alev Ayyıldız
Yapboz
Nadide Ü.Altıparmak
Göçmen Kuştu Kalbim
Hakan Bahçeci
 

Bu Site Konda İletişim ve Medya Grubunundur.
E-Posta: bilgi@haberkonya.com