O, önceleri ormanın bir köşesinde, kendi türünden varlıklarla birlikte ve çoğunlukla toprağın altındaki kulübelerde yaşıyordu. Sonradan ormanın derinliklerine kaçmıştı. Orada istediği kadar gezebiliyor, bağırarak, çığlıklar atarak istediği kadar koşabiliyor, akşamüstü yüksek bir tepeye oturup bütün görkemiyle günbatımını izliyor, geceleri istediği yerde yatabiliyor ve sabah olduğunda istediği akarsuda yüzünü yıkayabiliyordu. Sabah uyandığında güneşin doğunun ufuklarını kaplayan sarp dağların üzerinden yükselişini görmek, kuşların müzikalini dinlemek, etrafında börtü-böceğin dolaştıklarını görmek muhteşem oluyordu. Acıktığı vakit, hoşuna giden hayvanlardan birini avlıyor, kendi tarzına göre pişirip yiyor ve susadığında hoşuna giden bir dereden kana kana içerek susuzluğunu gideriyordu.
Kısacası, o günler çok güzeldi. Doğrusu, o da böylesine özgür ve bağımsız yaşamaktan oldukça memnundu; ancak ortada küçük bir sorun vardı: Hoşuna gittiği halde hiçbir zaman yaşadığı bu özgür güzel günlerin değerini bilmedi. Çünkü tutsaklığı hiç tatmamıştı.
Bir gün yaşadığı hayattan artık sıkıldığını hissetti ve kabilesine dönmeye karar verdi. Çok geçmeden döndü ve arkadaşları ile birlikte yaşamaya başladı. Ne de olsa bu bir topluluktu ve her topluluk gibi kendine özgü belirli yasalardan oluşan bir düzeni vardı. Zamanla, bu ortak yaşama alışmaya başlamıştı bile.
Derken, kendi türünden bir dişiye ilgi duymaya başladı. İçinden gelen garip bir zorlamayla, ona sarılmak ve öylece kalmak gibi sürükleyici istekleri oluyordu artık. Üstelik o da aynı şeyleri hissettiğini söylemişti.
Bunu duyan herkes onlara artık birbirlerine zincirlenmeleri gerektiğini söylemeye başladı. Meğer topluluğun yasası buymuş. Zaten günlerinin büyük bölümünü birlikte geçirmekten memnun oldukları için bu yasayı severek kabul ettiler. Kabilenin yasalarına göre, zincirlendikten sonra toprağın altında bir kulübeye yerleşmeleri ve orada sadece bütün günlerini değil, aynı zamanda sahip oldukları her şeyi paylaşmaları zorunlu hale geliyordu.
Söylenilenleri yaptılar ve birlikte toprağın altındaki boş kulübelerden birine yerleştiler. Bunu büyük bir zevk ve yemyeşil umutlarla yaptılar. Birlikte vakit geçirmek, birbirlerine dokunmak ve birbirlerine sarılıp uyumak onlara büyük bir doyum ve mutluluk veriyordu. Dolayısıyla, toprağın altındaki loş bir kulübede de olsa, birlikte yaşamak çok hoştu.
Aylar birbirini hızla kovalıyordu.
Günün birinde kahramanımız yaşadığı hayat ve yanı başında kendisine tutunarak yaşayan kişi ile ilgili olarak yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu hissine kapılmaya başladı. Serinkanlılıkla düşündükçe, o güne dek yaşamakta olduğu, ancak gittikçe solgunlaşan heyecanların yerini, içinde gittikçe kabaran birtakım korkular ve endişelerin ürkütücü dev dalgaları kaplamaya başlamıştı.
Bir sabah uyandığında, uzun zamandır yaşadığı bu yerin aslında bir tür “hapishane” olduğunu fark etti ve o an iliklerine kadar ürperdi. Artık, zamanının çoğunu başını avuçlarının arasına alıp durumunu düşünmekle geçiriyordu. Her ne kadar başlangıçta buraya girmekte kendisinin de gönüllü olduğunu kabul etse de, bütün bunların, yanındaki kişinin de bilerek dahil olduğu bilinçli bir planın bir parçası olduğuna inanmaya başlıyor ve düşündükçe korku ve nefretle doluyordu. Mutlu olabilmek için, bir şekilde bu hapishaneden kurtulması ve tekrar ormana dönmesi gerekiyordu; ama nasıl olacaktı? Zira içine kapatıldığı yeraltı kulübesinin duvarları çok kalın ve sağlamdı; duvarlar adeta sessizlikle örülmüştü. Alnına ağrılar girinceye kadar düşündü. Etrafında kendisiyle aynı koşullar altında yaşayan birçok hemcinsinin bulunduğunu duymuştu. Bir süre onların durumunu anlamaya çalıştı ve sonunda onları üç farklı gruba ayırdı:
Onlardan bir kısmı, müebbet hapse mahkum edilmiş birer mahkum olduklarının zaten hiçbir zaman farkına varmamışlardı.
İkinci grupta yer alanlar, hapishanede olduklarının farkına varmış, ancak kurtulmak için herhangi bir çaba harcamıyor veya dışarıya, günışığına doğru bir eylem yapmaktan korkuyorlardı. Çünkü daha önce firar edenlerin yakalanarak geri getirildiğini ve şiddetle cezalandırıldıklarını çok iyi biliyorlardı.
Üçüncü grupta yer alanlar ise, tıpkı ikinci gruptakiler gibi, hapishanede olduklarını anlayan ve fakat oradan kurtulmak için tünel kazmak da dahil olmak üzere, her yolu denemeye cesaretle çabalayan kişilerdi.
Kahramanımız kendisini ikinci grupta konuşlandırmıştı bile. Kendi kendine şöyle diyordu:
“Asıl önemli olan ikinci aşamadır. Kişi hapishanede olduğunu anladığı vakit, üzerine güneşin doğduğu cıvıl cıvıl, rengarenk ve alabildiğine özgürce yaşanacak o düşsel ormana yeniden dönünceye dek, mutsuzluğu ve firari duyguları boy atacak ve dur durak bilmeden sürüp gidecektir…”