Televizyon ekranlarında sıklıkla tartışma konusu olan ve yine küçük ekranda özellikle artık bilinir hale gelmiş bazı bayanların hararetle savunduğu reinkarnasyon hakkında ben de birkaç şey söyleyeyim istedim. Bugün konuya ilişkin olarak burada yazacaklarımı, sonradan çıkacak kitaplarımdan birine de eklemek niyetindeyim. Yani, bu tartışmaya girmek için yeteri kadar beklediğimi düşünüyorum.
“Tenasuh”, “ruh göçü” veya Sanskritçe dilinde “samsara” ya da İngilizce’de Türkçe’ye de geçmiş olan şekliyle “reincarnation” veya “transmigration” gibi çeşitli adlar altında ifadesini bulan reinkarnasyon, aslında Budizm ve Hinduizm (Brahmanizm) kökenli bir inançtır ve karma doktrinine bağlı olarak doğmuştur. Dolayısıyla, ölümden sonra ruhun başka bedenlere geçerek yaşamını sürdüreceğini öngörmektedir. Ruh bedenden bağımsızdır. Mekanı değişmekle birlikte, töz (değişmeyen öz) olarak varlığını devam ettirmektedir.
Bu inanca göre, insan kendi alınyazısının yazarıdır. Sürdürdüğü yaşamın içine kattığı iyiliklerin nicelik ve niteliğine bağlı olarak, daha sonraki yaşamlarının kalitesini belirlemektedir. Buna göre, kişi izleyen yaşamına bir bitki, bir hayvan, bir parya olarak gelebileceği gibi, bir zengin, bir soylu veya bir tanrı olarak da doğabilir. Bir sonraki yaşamdaki mutluluk, tamamen kişinin erdemine bağlıdır. İyi halini arttırarak sürdürürse, sonunda tanrı Brahma’ya kadar ulaşacaktır. Yani kişi, iyilik veya kötülük, ahlaklılık veya ahlaksızlık derecesine bağlı olarak bir neden-sonuç ilişkisi içinde gerçekleşmekte olan bitimsiz bir çevrimi yaşamaktadır.
Eski Yunanlılardan başlayarak kimi inanç uzamlarında kendisine yer bulmuş olan, ancak en bilinen şekliyle Hint felsefesinin temelini oluşturan reinkarnasyonun, batıya Hindistan’ı uzun süre işgal altında tutarak sömürmüş olan İngilizler tarafından götürülmüş olduğunu, oradan da diğer pek çok entelektüel gevezelikler gibi bize intikal etmiş olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerektir. Onca zaman Hindistan’ın yer altı ve yerüstü kaynaklarını silah zoruyla gasp edip memleketlerine taşıyan İngilizler, giderayak kabaran pişmanlıkların etkisi ile mi yoksa sonradan üzerlerine çullanan bir çeşit nostalji ile midir bilinmez, Hintlilerin dininden hayli etkilenmiş görünüyorlar. Dolayısıyla, söz konusu inancın Avrupa kıtasına taşınmasında İngilizlerin önemli katkılarda bulunduğu söylenebilir.
İşin doğrusu, insanların reenkarnasyona inanması bir düşünce ürünü değildir. Kolay olanı seçmiş olmaktır. Bir şey hem basit hem de çekici ise, cazibe merkezi haline gelir. Çünkü insanların çoğunluğu aptalca şeylere inanır ve aptalca şeyler yaparlar. Konuyu biraz dağıtmış gibi görüneceğim; ama bunun en açık belirtisi Paris Hilton’dur. Son derece özelliksiz ve faydasız olduğu her halinden belli olan budala bir kadının peşi sıra koşmadan bir hafta geçiremeyen bir dünya kamuoyu var önümüzde. Ne beklenebilir ki?
Ülkemizde reinkarnasyonu savunan bazı kimseler inançlarını kanıtlayabilmek için öylesine gülünç gerekçeler öne sürmektedir ki, eğer birazcık kafası çalışan biriyseniz gülmekten yarılırsınız. Örneğin, deja vu diye bir şeyden söz ederler. Deja vu, içinde bulunduğunuz herhangi bir anı daha önce de yaşamış olduğunuz izlenimine kapılmanızdır ve reinkarnasyonun gerçekliğine delil olarak sunulmaktadır. “Demek ki” der reinkarnasyoncular, “o an bir önceki yaşamda gerçekten yaşanmıştır.”
Böylesine basit bir şeyin reinkarnasyona delil olarak gösterilmesi ile, bir köpeğin havlamasının birazdan yağmur yağacağına alamet sayılmasındaki komedi arasında hiçbir fark olmadığını söylemekte bir sakınca olduğunu sanmıyorum. Çünkü deja vu denilen şey, gerçekten de o anın veya benzerinin daha önce yaşanmış olduğunu gösterir; ama başka bir yerde değil, bu dünyada yaşanmış olduğunu gösterir. Daha önce o anı yaşamışsanız, öyle bir izlenime kapılmış olmanız kadar doğal bir şey olamaz. Kaldı ki, eğer yaşamamış olsanız bile, en fazla bir bellek yanılsaması yaşamışsınızdır. Aklımız, çevresel koşullarımızın zorlaştığı zamanlarda bize bu tür oyunlar oynayabilmektedir.
Eminim, pek çoğunuz bazı kimselerin televizyonlara çıkıp sözde önceki hayatına dair birtakım beyanlarda bulunduklarına, üstelik bazı kişiler ve yerler hakkında çarpıcı bilgiler verdiklerine tanık olmuşsunuzdur. Bu kimseler için, üç olasılık vardır; dördüncüsü yoktur. Birincisi, cinler tarafından yönlendiriliyor olabilirler. İkincisi, akıl sağlıkları bozulmuş olabilir. Üçüncüsü, belirli bir grup tarafından hazırlanmış bir senaryonun oyuncusu olabilirler. Dediğim gibi, dördüncü bir olasılık yoktur. Eğer varsa, bu olsa olsa saydığımız ilk üç olasılığın toplamının kendisinde birleşmiş olmasıdır.
Bir diğer önemli nokta, reinkarnasyoncuların Kur’an’dan delil sunmaya çalışmalarıdır. Açıkçası, ben bunu iyi niyetle pek bağdaştıramıyorum. Çünkü Müslüman bir toplumu ikna etmek için, kutsal kitaptan dayanak bulmaya yeltenmekten başka çareleri yoktur. Yani, Müslümanları ikna edebilmek için kutsal kitabın bazı ayetlerini zorlaya zorlaya bir yere götürmeye çalıştıkları çok belli oluyor. Kur’an’ı çok iyi biliyormuş gibi sure adı ve ayet numarası vererek söyleyip durdukları ayet şudur: “Sizler ölüler idiniz. Allah sizi diriltti. Sonra tekrar öldürecek ve yeniden diriltileceksiniz.” Biz yaratılmadan veya dünyaya getirilmeden önce ölüydük değil mi? Peki, sonra ne oldu? Diriltilerek dünyaya getirildik. Sonra, öleceğiz. Ardından da, mahşer gününde yeniden diriltilip yargılanacağız. Zaten herkesin bildiği ve inandığı da bu değil midir? Allah aşkına, bana bu ayetin reinkarnasyona nasıl delil olabileceğini açıklayabilir misiniz? Biri bana “sonsuz çevrim”in bunun neresinde olduğunu izah edebilir mi lütfen? Üstelik Kur’an’ın her yerinde yüzlerce ayet vardır ki, insanların öldükten sonra diriltilip sorguya çekileceğini ve sonsuza dek cennete veya cehenneme yerleştirileceğini dile getirmektedir. Bu gerçeği anlatan yüzlerce ayeti bir kenara koyacaksınız; sonra da bir ayeti alıp don lastiği gibi oraya buraya çekip duracaksınız. Doğrusu, Avrupa ve Amerika’daki reinkarnasyoncular da İncil’den bazı sözleri çekiştirip duruyorlar. Reinkarnasyoncular Kur’an’ın veya İncil’in yakasını bırakıp çok sevdikleri karmanın asıl kaynağı olan Hindu ve Budist kutsal kitaplarını üzerlerinde taşımaya başlarlarsa, çok daha dürüst ve tutarlı davranmış olurlar…
Şimdi, size reinkarnasyon hakkında başka yerde kolayca karşılaşamayacağınız bir şey söyleyeceğim: Adaletin olmadığı yerde çatışma çıkmıyorsa eğer, orada ciddi bir sorun var demektir; oysa reinkarnasyon, gökkubbeyi yere indirme kastıyla inşa edilmiş babil kulelerinden biridir ve egemen olduğu yerlerde zavallı yoksul kitlelerden hiç ses çıkmamaktadır. Çünkü buna inandırılan kitleler, uyuşturucunun en ağır dozuyla felç edilmiş durumdadır. Düşünün ki, Hindistan’da ve en düşük kastın içine doğmuşsunuz. Yani, bir parya olarak dünyaya gelmişsiniz. Kastlar doğuştan belirlenmektedir ve sonradan değiştirme hakkınız da yetkiniz de bulunmamaktadır. Sisteme göre brahmanlar ve diğer üst kastlar size demiş oluyor ki, “Eğer iyiliksever ve uslu biri olursan, bir başka deyişle, mevcut sisteme başkaldırmak ve kan akıtmak gibi bir hata işlemezsen, bir sonraki yaşamında terfi edeceksin.” O yüzden, insanlar olanca sefaletlerine karşın daha iyi bir yaşama doğabilmek için gözlerinin önündeki bütün eşitsizlikleri sineye çekiyorlar ve itaatkar bir tutum izliyorlar. İşte size, reinkarnasyonun dünyadaki adalet anlayışı... Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar ha? Hay maşallah!
Öbür dünyadaki adaletine gelince… Diyelim ki, kötü bir insan olarak yaşadınız. Öyle ki, insanlıktan çıktınız. Ölümden sonra aşağılık bir hayvana dönüşmek çok adil görünüyor değil mi? Ama hemen karar vermeyin bence? Çünkü biraz düşünme zahmetinde bulunursanız, burada adaletin en küçük eserinin bile olmadığını anlayabilirsiniz. Ceza, adaletin vazgeçilmez koşuludur. Ceza olmadan adaleti yerine getiremezsiniz. Peki ya, örneğin insan ve hayvan öldürmek dahil, her türlü kötülüğü işlemiş olması nedeniyle yılana dönüştürülmüş olan birine ceza mı verilmiş olmaktadır? Yılanların acı çeken, çile çeken varlıklar olduklarını ya da biz insanlardan daha mutsuz olduğunu kim söyleyebilir? Yılanlar ve diğer sürüngenlerin bizden daha mutlu bir yaşam sürdürdüklerini anlamak için insan olarak kendi halinize bakmanız yeterlidir. Düne bakıp kahrolmak, yarına bakıp türlü korku ve endişelere kapılmak, bizimle ilgili olmayan şeyleri bile kafaya takıp günlerce üzülmek, elde edemediğimiz şeyler için acılar içinde kıvranmak, hayatın yüklediği yüzlerce sorumluluğu omuzlamak zorunda olmak biz insanlara özgü değil midir? Hayvanlar ise, bütün bunlardan muaf tutulmuş, mutlulukla yaşayan varlıklarıdır. Hiç kuşkunuz olmasın ki, lağım çukurlarında yaşayan bir hamam böceği bile bizden daha mesuttur. Öyleyse, bunun nasıl bir ceza ve nasıl bir adalet olduğunu somamız gerekmiyor mu?