Değişen hava şartlarının etkisi midir yoksa her an sinirlenmeye hazır, fakat daimi bir istikrarla mutsuz, yorgun ve tembel ruh halimizin arkasına sığındığı bir bahanemidir bilinmez ama milletçe tabiri caizse hastalık hastası durumundayız. Kendimde dâhil ağrısı sızısı olmayan, yorgunluktan ve bezginlikten şikayet etmeyen birilerine çoktandır rastlamadım.
Her ne kadar bu durumun, tembelliğin etkisiyle vücudumuzu dinleyip “Acaba nerem ağrıyor” diye düşünmekten ileri geldiğini fark etsem de, değişen hava şartları da pek bahar coşkusu yaşatamıyor bizlere. Rahmet olduğunu unuttuğumuz ve vaktiyle damlası düşsün diye dua ettiğimiz yağmurun umulmadık zamanlardaki ziyareti zaten olmayan keyfimizi iyice kaçırıyor.
Tıp ve halk dilinde ortak bir deyime dönüşen “Bahar yorgunluğu”’nun milletçe bünyemizi etkilediği bu dönemde, talihimizden ülke gündeminin de boş olması daha da bunalıma soktu bizi. Oysaki çoğunun kaynağı dışarıya bağlı olan ve Türkiye’ye zerre kadar yarar sağlamayan suni gündemlerle ne güzel oyalanıp gidiyorduk.
Gerçi ülkemizin beyni olacak üniversiteli gençlerimizin bahar şenliklerinde hoplayıp zıplayarak zaman zaman alkolün etkisiyle iyice coşmaları (?) ve bunun üzerine kimilerinin “Gençtir canım karışmayın çocuklara” kimilerinin de “Geleceğimiz kültürsüz, şuursuz ve bilinçsiz bir neslin ellerinde” feryatlarıyla farklı bakış açılarıyla iyice dillenen bir gündem yakalamış olduk. Bu tartışmalarda emin olduğum tek nokta ise farklı söylemlerin yararlı tek adım atılmadan gelecek bahar şenliklerine kadar devam edecek olmasıdır. İster teşvik edilsin ister eleştirilsin ortada bariz bir gerçek var ki ne yönlü bakarsanız bakın, hani şu Amerikan filmlerinde rastladığımız gençlik tiplerine, konuşma üslubumuzdan, giyim şeklimize ve düşünce tarzımıza kadar benzemiş durumda olmamızdır.
Sıkıcı hayatımıza renk getiren diğer bir gündemde Kraliçe’nin ziyareti oldu. Merak ediyorum acaba kraliçe, bizimkilerin özene bezene fark ettiği(?) her davranışındaki ayrıntıları okuyunca “ben neymişim yahu” demekten kendini alabiliyor mudur?
Yazık ki bu iki gündemde pek renk getiremedi bizlere. Her şeyin tabiri caizse sıkıcı, bunaltıcı ve boş geldiği, şükürsüzlük ve bencillik ekseninde yuvarlanıp gittiğimizde bu günlerde tüm yaşananlara “Kısa bir mola” verip , Cüneyt Suavi’nin Hayatın İçinden isimli kitabından iki öyküyü paylaşmak istiyorum sizlerle. Aslında ne kadar küçük olduğunu fark etmediğimiz sıkıntılarımızı bir kenara bırakıp asıl gerçeklere doğru yüreğinizde bir yol oluşması ve o yolda yürümeniz temennisiyle…
Ziyaret
Yaşlı kadın, misafirlerine süt ikram ederken:
-Sizlerde gelmezseniz, kapımı kimse çalmaz, diye gülümsüyordu. Beni ne kadar mutlu ettiğinizi bilemezsiniz.
Kadıncağız, kendisi gibi yaşlanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş ahşap bir evde yaşıyor, eşinin vefatından sonra bağlanan dul aylığı ile geçiniyordu. Hiçbir masrafı yoktu. Allah bereket versin o para yetiyordu. İhtiyarlıktan da şikâyet etmiyordu. Belini büken tek şey dayanılmaz derecede bir yalnızlıktı.
Yan taraftaki bakkalın çırağı, her gün istediği şeyleri getirmesine rağmen dükkân sahibinden korktuğu için onunla konuşamazdı. Kadıncağız, böyle zamanlarda daha da garipleşir ve kendisini ziyaret etmekten çekinmeyen vefalı misafirlerini beklemeye koyulurdu.
İşte o misafirler yine gelmiş ve ikram edilen sütü içmeye koyulmuşlardı. Yaşlı kadın duvardaki sararmış resimleri gösterirken
-Rahmetli eşim çok uzun boyluydu dedi. Hayattaki en büyük desteğimdi. Onun yanındaki ise oğlumdur. Bu resim çekildiğinde beş yaşındaydı. “Doktor olup yurt dışına çıkacak ve annesini unutacak” deseler kim inanırdı.
Misafirler her gelişinde aynı şeyleri dinledikleri için bu sözlere kulak asmıyorlardı. Kadın devam ederek:
-Benim kucağımdaki de kızımdır, dedi. Saçları altın gibi parlıyordu. Zengin bir iş adamıyla evlendikten sonra nedense anacağına vakit ayıramadı.
Kadının nemli gözleri duvardaki resme takılı kalmış, misafirlerse sütlerini bitirip yola koyulmuşlardı. Hep birlikte döşemedeki kırık tahtaların arasından geçerek kayboldular.
Yavru kedicikler, ertesi günü herhalde yine gelecek ve yaşlı kadının verdiği ziyafete katılacaklardı.
Şehit
Aynı köyde büyüyen iki asker, Tendürek dağlarındaki mevzilerinde sohbet ediyorlarmış. Uzun boylusu çevreyi kontrol ettikten sonra arkadaşına yanaşıp:
-Şu rüyanı bir daha anlat, demiş. Geçen akşam iyi dinleyemedim.
Diğer asker bir gün önce gördüğü rüyayı defalarca anlatmasına rağmen hiç itiraz etmemiş ve :
-Rüyamda şehit olmuştum. Allah beni cennetine alınca beş tane huri vermiş
-Aklın fikrin hurilerde, diye gülmüş diğeri. Üstelik de beş tane…
Rüyayı gören asker, arkadaşının sözlerine aldırmamış ve daha önceki gibi uzun uzun konuşmuş. Köylerindeki dereden de berrak akan Cennet ırmaklarını, onun kenarında sohbet eden peygamberleri, aralarında aynı birlikten arkadaşlarının da bulunduğu şehit ve gazileri anlatırken, gözleri dalıyormuş.
Yanındaki, ona doğru biraz daha sokulup:
-Şu rüyanı bana satsana, demiş. Ne istersen veririm.
Diğer asker, arkadaşının saçmaladığını o ana kadar hiçbir rüyanın satılmadığını söylemiş ama rüyasına karşılık postal teklifi alınca dayanamamış. Bu garip anlaşma, sonunda gerçekleşmiş. Rüya ile postalların sahibi de değişmiş.
Bir gün sonraki çatışmada, Erzurum’un ücra bir köyündeki ailesine rüyayı satın alan askerin şehit düştüğü haberi ulaşmış. Yanı başlarına düşen bir roketatar mermisi, iki arkadaştan birine dokunmazken, ötekini hasret duyduğu diyara uçurmuş.
Bu olayı anlatanlar, o şehidin sağ avucunun daha sonra kendiliğinden açıldığını ve : “Kavuştun mu hurilerine ?” diye soran arkadaşına, parmaklarını ayırıp “beş işaretini yaptığını söylerler.