Edmondo D’Amicis’e ait “Kalp” adlı kitabın altmış yabancı dile çevrildiğini duyan bir maliye memuru, bir gün ona şöyle bir soru sormuş:
—Sizin yazı yazdığınızı biliyorum. Fakat bunun dışında ciddi bir işiniz yok mu?
Bir diğer İtalyan yazar Alfredo Panzini de bu konuda şöyle diyor:
—Doktorluğum için saygı, öğretmenliğim için de sevgi görüyorum, ama yazarlığım için şimdiye kadar hiçbir şey görmedim.
Başkalarını bilmem ama benim kanım şu:
Bütün şairler, bütün mizahçılar ve bütün romancılar günün birinde basımevlerinden, yayınevlerinden ve okuyuculardan uzaklaşarak öbür dünyada buluştukları zaman, önce birbirlerine bakacaklar, sonra kıs kıs gülecekler, daha sonra da şöyle diyeceklerdir:
—Yazı yazmak… Ne budala bir oyun!
Yıllar önceydi. Radikaldim. Sakarya’nın Bulvarı benimdi o günlerde. Endüstri Meslek Lisesinden ve semtten arkadaşım Refah Partili Zekiyle takıldığım ve bulvarı voltaladığım günlerdi. O günlerin gözde dergileri Gelişim, Girişim, Kitap Dergisi gibi dergileri takip ediyor, Mehmet Efe, Ulvi Alacakaptan ve merhum Hasan Nail Canat’ı misafir ediyorduk sık sık. Konferanslar, gizli ev dersleri ve sohbetleri gırla gidiyordu. Devlet kurup, devlet yıkıyorduk. Mevdudi, Seyyid Kutup, Ali Bulaç, Yusuf Kerimoğlu okuyor ve tartışıyorduk.
Zekiyle sabahlara uzanan gezmelerimiz ve çekişmelerimiz oluyordu. O beni partiye ben O’nu “örgüte” çekmeye çalışıyordum.
Bekârdık. Kızlar ve evlilik tartışmalarımızın odağındaydı.
Bir gece, bir nişan evinde, bir yandan içten içe canımıza mihnet ama görece olarak istemediğimiz bir sohbet halkasının içinde kalmıştık. Beş erkeğe karşın ona yakın genç kız vardı sohbette. Çaylar geliyor, sigaralar tellendiriliyor ve sohbet giderek kızışıyordu. Hz.Adem ile Hz.Havva’nın evlatlarıydık ve kadim tartışmaya bizde teyellenmiştik. Sohbette bulunan genç bayanlardan biri, daha önce Zeki’nin ilgi duyduğu ve hatta kendince yolunu da yapıp karşılık alamadığı Nurten isimli genç kızdı. Nurten, semtimizin güzel ve güzel olduğu kadarda pervasız kızlarındandı. Sözü balta gibiydi. Zeki ve bir o kadar da alaycıydı.
Arkadaşım Zeki nasıl olduysa oldu Nurten’le tartışmaya tutuldu. —Uzanamadığımız üzüm salkımı koruk olur derler ama yalnızca derler.-Çünkü bilinir ki uzanamadığımız üzüm salkımıdır en tatlı olan! Tartışma kadın erkek eşitliğinden, evliliklerde evde kimin hükmünün geçeceğine doğru kaymıştı. Yüzler kızarmış, sesler alazlanmış, destekçilerin de teşvikiyle Zekiyle Nurten vura vur tartışıyorlar ve birbirini hırpalıyorlardı.
Nurten’i tuhafiye dükkânımın yakınındaki biçki dikiş kursuna gelip gitmelerinden ve müşterim olması sebebiyle iyi tanıyor ve ha baltayı indirdi indirecek diyerek kulağım tetikte bekliyor ve aslında nasıl olurda çekip gideriz diye düşünüyordum. Zeki’yi dürtüklemiş ve “hadi gidelim oğlum, bu kız seni hacamat edecek!..” diye uyarmıştım ki Nurten bana dönerek, lap diye “Ancak korkaklar kaçar!..” demişti. Kızarak ve sataşılmış olarak suskunluğuma geri dönmüştüm yeniden. Hoş, Zeki’nin de pek kalkmaya niyeti yoktu. Ya tuş edecek, ya tuş edecekti!.
Nurten fazla uzatmadı. Zeki’nin bilimsel ve geleneksel birçok örnekle kuvvetlendirip desteklediği erkeğin hâkimiyeti tezine karşı Nurten, bütün cinliğini ve alaycılığını yüzüne yayarak şunları söylemişti: “Aslında haklısın Zeki, at sahibine göre kişner…”
Zeki dâhil hepimiz susmuştuk. Nurten taa orta sahadan doksana atmıştı gölü. Maç bitmiş, biz yine bulvara doğru yönelmiş, Zeki belki bir saat tek kelime etmemişti. Bir saat sonra ilk kurduğu cümle de şu olmuştu: Lan Memduh, bu kız galiba bana küfretti…” Abartısız yerlere yatmıştım gülmekten… Sonraki birkaç ay her bulvara çıkışımızda “At sahibine göre kişner!” diyerek gülüyor ve Nurten’i yenmek için yeni yeni tezler geliştiriyorduk…