İlk kez âşık olduğumda daha dokuz yaşındaydım. Önü alınmaz bir istek, beni çekip almış, tüm benliğimi sarmış, varlığımı zehirlemişti neredeyse. Ve bu aşk az kalsın, hayatıma son verecekti.
Adı Valentine’di ve sekiz yaşındaydı. Onu uzun uzun, soluğum kesilene dek anlatabilirdim. Olanca sesimi ona şarkılar söylemek, ne kadar güzel ve tatlı bir kız olduğunu haykırabilmek için adayabilirdim. Esmerdi, olağanüstü pırıltılı gözleri vardı. Beyaz bir giysi giyerdi ve elinde sürekli bir top olurdu. Onu ilk kez odun deposunun orada gördüm. Toprağın üstünü ısırgan otları kaplamaya başlamıştı. Yandaki komşunun meyve bahçesi bizim bahçeden bir duvarla ayrılırdı. Otlar oraya kadar uzanıyordu. Ne kadar heyecanlandığımı anlatamam. Bildiğim tek şey bacaklarımın gövdemi artık taşıyamayarak bükülüverdiği ve yüreğimin olağanüstü bir gümbürtüyle atmaya başladığıydı. Öyle ki, yürek atışlarımın yarattığı deprem tüm bedenimi sarmış, gözlerim kararmıştı. Hemen o anda onu baştan çıkarmaya karar verdim. Artık hayatında benden başka hiçbir erkeğe yer olamazdı.
Hemen annemin dediği gibi yaptım; yanı başımdaki kütüklere dayandım, gözlerimi yukarı, ışığa doğru kaldırarak onu etkilemeye çalıştım. Ama Valentine öyle hemen kendini koyuverecek kızlardan değildi. Orada öylece bekledim. Gözlerim güneşe dikili kalmıştı. O kadar çok bekledim ki, gözlerim yanmaya, yaşlar yanaklarımdan süzülmeye başladı. Ama ne tuhaf, o tüm bu süre boyunca topuyla oynadı durdu. Çevresinde ne olup bittiği umurunda bile değildi. Gözlerim çıkacakmış gibi ağrıdı, yandı, tüm bedenimi ateş bastı, ama Valentine bir kez olsun dönüp bana bakmadı. Annemim salonlarındaki bunca güzel kadın, şu bendeki mavi gözleri görebilmek için birbirleriyle yarışıp büyülenmiş gibi bakarken, bu küçük kız bana bu kadar ilgisiz kalsın! Olacak şey değildi, büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Daha ilk anda büyük bir darbe yemiştim, yukarı doğru bakıp durmaktan önümü bile göremiyordum. Hemen gözlerimi sildim ve bilinçsizce elimdeki üç elmayı ona uzattım. Onları az önce yandaki meyve bahçesinden çalmıştım. Hemen aldı ve çekip giderken şunları söyledi:
—Janek benim için koca posta pulu koleksiyonunu yedi.
Acı çekmeye başladım. Bunu izleyen günlerde Valentine’in hatırı için bir sürü böcek, avuç avuç kelebek, bir kilo çekirdekli kiraz ve bir fare yedim. Dokuz yaşındaydım, yani Kazanova’dan çok daha gençtim, ama öyle becerikli bir iş daha yaptım ki, bütün zamanların en büyük sevdalıları arasında hemen yerimi aldım. Bildiğim kadarıyla ulaştığım noktaya daha kimse ulaşamadı. Ya da ben bu başarıyı yakalayana şimdiye dek rastlamadım. Sevgilim için son olarak, bir de kauçuk ayakkabı yedim!
Burada bir parantez açmalıyım.
İnsanların, sevgilileri için neler yaptıklarını anlatmaları gündeme gelince, palavraya çok düşkün olduklarını biliyorum. Anlattıklarını dinleyecek olursanız, yaptıklarının hiçbir sınırı yoktur ve size en küçük bir ayrıntıyı bile aktarmaktan usanmazlar.
Bu yüzden sevgilim için daha sonra neler yaptığıma kimsenin inanmasını beklemiyorum doğrusu. Ama ister inanın, ister inanmayın, bunların ardından bir Japon yelpazesini, on metre pamuk ipliğini, bir kilo kiraz çekirdeğini mideye indirdim. Valentine bu konuda bana yardımcı olmaya çalışıyor, kirazları iyice çiğnedikten sonra etli tarafını kendisi yiyor, çekirdeklerini de bana veriyordu. Ha, bir de üç tane kırmızı balık yuttum. Bunları Valentine’in müzik öğretmeninin akvaryumunda avlamıştık.
Tanrı tanığımdır, karşıma çıkan her kadın beni yemiş yutmuştur. Ama hepsi bir yana, Valentine bir yana. Ben hayatım boyunca onun kadar doymak bilmeyen bir kadın daha tanımadım. Sanki Bizans’ın Teodora’sıyla Messaline’i üst üste katlayıp karşıma dikmişlerdi. Bu ilk deneyden sonra, aşkın ne olduğunu tüm yönleriyle tanıdığımı kesinlikle söyleyebilirim. Bu konudaki eğitimim tamamlanmıştı. O zamandan bu yana yeni hiçbir atılım yapmadım.
Benim tapılası Messaline’im daha sekiz yaşındaydı. Ama öyle bitip tükenmez maddi istekleri vardı ki, ben tüm hayatım boyunca, ona verdiğim kadar çok şeyi kimseye verdiğimi anımsamıyorum. Avluda önümde koşup dururken parmağıyla bazen bir yaprak kümesini, bazen bir avuç kumu, kimiz zaman da eski bir mantarı gösterirdi. Ve ben hiç mi hiç homurdanmadan kapıp ona verirdim. Üstelik ona biraz olsun yararım dokunduğu için mutlu da olurdum. Bir gün, sevgilimin bir buket papatya ile geldiğini gördüm. Gözlerimi çiçek demetine diktim, amma da kocamandı. Ama koca papatya demetini, Valentine’in dikkatli bakışları arasında yalayıp yutmaktan da geri kalmadım. Ve gözlerine baktım; biraz olsun hayranlığını kazanabildim mi diye. Ama o, erkeklerin böyle zamanlarda işin kurnazlığa kaçtıklarına inanıyordu, bir demet papatya yemek de iş miydi sanki. Hiçbir şey söylemeden hoplaya zıplaya gitti ve biraz sonra avucunda bir sürü salyangozla geri geldi ve elindekileri bana uzattı. Tüm salyangozları sevgiyle silip süpürdüm, kabuklarını bile bırakmadan.
O çağlarda, çocuklara cinsel ilişki üzerine hiçbir şey anlatılmazdı ve ben aşkın bundan başka bir şey olmadığını sanıyordum. Ve sanırım yanılmıyordum da.
Benim için en acı olan da, onu etkilemeyi bir türlü başaramamış olmamdı. O bir avuç salyangozu yedikten sonra bile, tepeden bakarak bana ne dese beğenirsiniz:
—Janek benim için tam on tane örümcek yedi. Üstelik annesi bizi çey içmeye çağırmasaydı, daha da yiyecekti.
Öfkeden kuduruyordum. Demek ben sırtımı döner dönmez, en iyi arkadaşımla beni aldatıyordu. Ama bunu da yuttum. Artık alışmaya başlamıştım zaten.
—Seni öpebilir miyim?
—Olur. Ama yanağımı ıslatma. Islaklığı hiç sevmem.
Yanağını ıslatmamaya özen gözeterek öptüm. Isırgan otlarının arasında diz dize oturmuştuk ve ben onu arka arkaya öptüm, öptüm. O ise oralı bile değildi. Dalgın dalgın parmağıyla çemberler çiziyordu. Ah, canım benim!
—Kaç oldu?
—Seksen yedi. Bine kadar öpebilir miyim?
—Bin kaç oluyor?
Romain Gray / Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı