Bugün Pursaklar, Keçiören, Demetevler, Batıkent, Etimesgut ve Sincan’a gittim işim dolayısıyla. Yolda bir ara –kırda- mor ve sarıçiçekler gördüm. Şoför arkadaşa rica edip arabayı durdurdum ve kocaman bir demet yaptım. Hani üflesem dağılacak gibi görünen çiçekler akşama dek tazeliklerini kaybetmediler ve akşamüzeri çiçekleri güzel bir bayana hediye ettim. Gülümsemesi yetti bana. Aynı gülümseme için yarın yine gidip çiçek toplayabilirim.
Ankara’dan İstanbul’a gidiyordum uzun yol otobüsüyle. İstanbul’da sevdiğim vardı ve beni bekliyordu. Bahardı ve bahar şımarıktı. Bolu dağlarına yaklaşmıştık ve yamaçlarda öbek öbek sarıçiçekler görüyordum. İstanbul’daki bir çiçekçiden alacağım çiçeklerden daha anlamlı olacaktı bu çiçeklerden toplayabilseydim. Niçin toplayamayacaktım? Ayaklarımın dibinde duran çantamı alıp otobüsün ortasına doğru yürüdüm ve sesime ciddiyet katarak inmek istediğimi söyledim. Yakınlarda ne ev ne bir başka şey vardı ama ben inmek istiyordum. İnmeliydim! Kazık gibi dikildiğimi gören muavin garip garip yüzüme bakıyordu ve ben gülmemek için son gücümü kullanıyordum. Muavinin şoförün yanına gidip gelmesi sırasında fısıldamalar olmuş ve bu kravatlı adam bu Allah’ın dağında niye iniyor diyen gözler beni süzüyordu ben arabadan inerken. Oh, nihayet inmiştim. Maki türünde ve çalımsı bir bitkinin gülleri gibiydi uzaktan gördüğüm ve bugün hala adını bilmediğim çiçek. Bir kucak dolusu toplamış ve binbir zahmetle yeniden bir otobüse binerek İstanbul’a ve sevdiğime kavuşmuştum. Sana dağlardan çiçek getirdim sevgilim demiştim. Daha sonraları bu konuyu konuşmuştuk. Onun beni daha çok sevmesi için değildi çıkışım, ben onu daha farklı ve her gün yeniden nasıl sevebilirimin peşindeydim.
Parasızdım ve âşıktım. Kıştı ve soğuktu. Cebimdeki son paramla çiçek almıştım sevgilime. Fakat yeterli bulmuyordum. Yanına bir eti puf, bir çikolata, bir kurşun kalem, bir kitap velhasıl bir başka hediye daha ilave etmek istiyordum. Seçenek çok ama para yoktu. Ancak dağları delen Ferhat’a para mı lazım olmuştu? Delice bir fikre kapılmıştım. Beyaz bir kâğıda, kanımla, “seni seviyorum” yazacaktım. Bozuk paralar imdadıma yetişmişti. Bir zarf, bir dosya kâğıdı. Ha birde birkaç toplu iğne.
Karanlık çökmüştü. İnsanın olmadığı ama ışığın olduğu bir park köşesi buldum kendime. Yerde kar vardı ve ayaz insanın yüzünü ısırıyordu. Toplu iğnenin ucuyla parmak uçlarımı deliyor toplu tarafı ile kanımı alarak “seni seviyorum” yazıyordum. Soğuktan parmaklarım tutmuyor ve kanım çekiliyordu. Sol elimin bütün parmaklarını birkaç kez deneyerek gerekli kana ulaşmış ve “seni seviyorum” yazısını tamamlamıştım. Uçarak gidiyordum. Uzaklık dediğin neydi ki âşık için.
Önce çiçeği vermiş ardından da zarfı uzatmıştım. Dikkatlice açıldı zarf. Kargacık-burgacık ve garip bir kırmızlıkla “seni seviyorum” yazılmıştı. Bu nedir diye sormuştu. Gözlerine değil ayakkabılarımın ucuna bakıyordum ve usulca “kanımla yazdım” dedim. Böyle bir hediye beklemiyordu ve sanırım ne cevap vereceğini düşünüyordu. Çaresizlik, heyecan, sıra dışılık şaşırtmıştı sevgilimi ve şunu söylemişti: “Sen yamyam mısın?”
Bu olayı yaşadıktan çok sonraları Aziz Nesin’in “Demir Yüzük” isimli bir öyküsünü okumuştum. Bu öyküde de benim gibi yamyamın teki kanındaki demiri ayrıştırıp bu demirden sevgilisine yüzük yapıyordu. Bir belki de iki yıl sürmüştü bu işlem ve delikanlı kansızlıktan iğne ipliğe dönmüştü. Ama başarmış ve sevgilisine kanındaki demirden yüzük yapmıştı. Ne hazin ki, binbir heyecan ile demir yüzüğü sevgilisine veren delikanlının aldığı karşılık benim aldığım karşılıktan çok daha ağırdı. Sevgilisi, demir yüzüğü burun bükerek almış “Getire getire bunu mu getirdin?” diyerek ve kaldırıp atmıştı