İnsan hayatın içinde neyle ne kadar meşgul oluyorsa yaralandığı yerde o meşgul olduğu alan oluyor. Evirip çevirip aynı şeyi söyleyeceğim. Anlatabildiğime inana kadar! Öncelikle bu meşguliyetin bize dayatılan değil de bizim seçimimiz olması gerekiyor. Dayatılan okul, dayatılan iş, dayatılan ideoloji değildir meşguliyet dediğimiz. Dindir, kadındır, paradır, makamdır… Yani bizim içten içe ya da dışa yansıyan özgür seçimimiz.
Bakın şöyle örneklendirebilirim. Yıllar önce geçici bir görevle Adana’ya gitmiştim. Aynı gün içinde içtiğim belki otuz bardak limonatadan sonra gece otelde duş alıp yatağa uzandıktan yarım saat kadar sonra yeniden terlemeye başlamış ve limonata kokusu duymaya başlamıştım. Önce anlayamadım tabii. Yatağın ötesini berisini olmadı elbiselerimi kokladım. İlk kanaatim bir yerlere limonata dökülmüş olduğuydu. Sonradan anladım ki terim limonata kokuyor. İçimizdeki dışımıza çıkıyor bir şekilde. Ter olarak, bakış olarak, okşama olarak, söz olarak…
Zihnimizi ve gönlümüzü kadın meşgul ediyor ve dolduruyorsa bu tür sohbetlere –çaktırmadan olsa da- bayılırız, eririz, sürüp gitsin isteriz. Her vesile ile daha çok kazanmak ve daha iyi yaşamak gibi bir emelin peşindeysek eğer ahlak lastiğimiz gevşer ve donumuz götümüzden düşer. Kazanmak için aldatmak sıradanlaşır, başkalarının çalması delil olmaya başlar, benim neyim eksik der ve yola koyuluruz.
Ben cümlelerle yatar kalkarım. Bazen kısacık birkaç cümleden ruh tahlili bile yaptığım olur. Yanıldığım çok olur ama gelin görün ki – okumalarım meyve mi veriyor nedir- son zamanlarda bu tahlillerim daha tutarlı ve daha yerinde oluyor. Sevindiğim sanılmasın! Üzüntülerdeyim. Bunun en yakın şahidi ise sekreter kardeşim –Allah’ın Kırıkkalelisi- Behiye’dir… Bazen bir telefon mesajı gelir ve yorumda bulunurum. Hani elimle koymuş gibi olurum. Virgül, ünlem, zarf, zamir… Bunların nasıl ve nerelerde kullanıldığı değildir derdim. Doğrusu çok da umursamam imla kurallarını.
Şimdi bu adam ne anlatıyor denilebilir. Azıcık daha sabır. Ya da sabretmeyin!
Cümlelerle yatıp kalkan ben vara vara şuraya vardım. İnsanın kurduğu –gerek yazı gerekse dil- cümleler onun kumaşını ortaya koyar. Hatta diyebilirim ki numara mı çekiyor suni kibarlıklara mı yatıyor anlıyorum. Hep mi kötü? Değil elbette. Samimi ve hatta salakça olan cümleler başım gözüm üzre.
Samimi cümleler iyi niyet sahibi birinindir. Salak cümleler benim gibi yetersiz ve beceriksiz bir adamın işidir. Lakin “netameli” cümleleri “zeki” insanlar kurar.
Kendi doğrularımız olsa da bazen doğrular sevimsiz ve can sıkıcı olur. İncitici olur. Aradaki samimiyeti zedeler. Doğruyu bile bazen yalan gibi allayıp pullayıp söylemek lazımdır. Kıvırmak ile sözü süslemek aynı şey değildir.
Gecenin şu dip saatinde oturmuş felsefe yapıyorum. Zihnim dağılmaya başladı. Gözlerim yorgun. Ah siz kelimeler ve cümleler. Sana okumuştum değil mi Mevlüt? Bulunduğunuz çevre sizin ayarınızda olan insanların olduğu bir topluluktur diye. Acımtırak bir şekilde gülüşmüştük. Ve hatta benim daha iyi olduğumu tartışmıştık. Benim çevremde sen vardın, senin çevrende “bıçkın” delikanlılar!
Mevlüt sen bana keyifli anlarında “dayı” diyorsun değil mi? Bende sana yeğenim, sofi, derim zaman zaman. Takıldığımda olur tabii “mürit” diye. Ki şu Allah’ımın Ankara’sında – Siyasallı ve İlahiyatçı öğrencileri saymazsak- kaç kişiye el vermişimdir senden başka? Ve sen gerek memleketin ve gerekse ailen için imalat hatası bir adam değil misin? Bana müritsin ama bana en çok ukalalığı da yapan sen değil misin? Kaç kişi varız “Zorba”nın bulduğu “Yeşil Taşı” arayan? Bırakalım palavrayı, ne benden şeyh, ne senden mürit olur…
Ve benim yaşımı sorarlar Mevlüt. Metin depremde öldüğünde otuzüç yaşındaydı. Metini andığımda hep o yaştayım. Kızılay’da yalınayak yürürken onsekiz yaşında ya varım ya yokum… Aşka dair yazılar yazarken biraz daha olgun oluyor ve yaşım yirmibeş-otuz arası oluyor kendiliğinden. Babayken kırk, amcayken kırkbeş, senin yanında dede oluyorum kimi zaman. Sahi Mevlüt sen söyleyebilir misin ben kaç yaşındayım?
Ben bu yazıyı kaleme alırken sen yoldasın. Belki birazdan “Yeşil Taş”a biraz daha yaklaşmış olduğumu bildirdiğim “deli” bir telefon mesajı yazacağım sana. Ya da bana geçtiğin yerlerden dere taşları getir diyeceğim Siddarta’ya hediye edeceğimi söyleyerek.
Çok paramız olursa koca usta Toltsoy’un eşinden ve çevresinden ve kurulu düzenden kaçarken mola verip öldüğü o küçük tren istasyonuna gideriz değil mi? Ya da Lübnan dağlarına çıkar Halil Cibran’ı anar ve Semra’yı ararız seninle… Hepsi bir yana Stefan Zweing’in “Acımak” isimli romanında ki doktoru bulup o “manyak” adamdan ders almalıyız yeğenim… Ne dersin, bütün bunlar hayal mi?