Kendimi tanıyamadan öleceğim. İçime yöneldikçe ne kadar kirli ve pis olduğumu görüyor ve kendime yönelik “sen adam mısın?!” diyorum. Adam değilim!
Eksiklerim tamamlarımdan fazla. Çok konuşuyorum. Çok biliyorum. Oysa benim güzel insanlarım “az” biliyor ve “az” konuşuyorlardı. Az konuşmayı ve az bilmeyi öne karmalıyım.
Başkalarını yazmak kolay değil mi? Delikanlı ve adamsan eğer en acımasız şekilde kendini yazmalısın ki manası olsun.
Kelimelerini sakladığının farkındasın değil mi? Korkun kimdendir? Utandırılmak mıdır endişen? Duygularını bu kadar çabuk dışa vurman doğallık mı, gerçeğin peşinde koşmak mı yoksa sığlık mıdır?
Hiçbir hesap yapmadan gönlünden geçeni söylemek uygun mudur? Gerçekler çoğu kez kepaze ve sevimsiz değil midir?
Ben kimim? Kaba tabirle bir baltaya sap olmamış, geleceği hiç düşünmeden sergüzeşt yaşamış biriyim. Coşkuluyum. Peki, neye yarar benim coşkum?
Çok kitap okur muşum? Züğürt tesellisi olmasın sakın!
Ben hayatın hep yenilgi tarafında yer almış biriyim? Ben yenilecekleri özellikle tutmuşum. Yıkılmış, yenilmiş, kaybetmiş olanlar daha çok ilgimi çekmiş. Kaybedenleri sevmişim.
Herkes kendi derinliği kadar severmiş. Benim derinliğim ne kadardır acaba? Derinliğim bir göğüs dekoltesine çözülecek kadar mı?
Her insanın soruları olmalı. Benim kendime ve insanlara, insanlığa, yaşama, sevgiye, paylaşıma, cinselliğe, çiçeklere, coşkuya, kitaplara dönük sorularım var.
“Rahat” insanları sevmedim ve sevmek istemiyorum. Bu dünyada ve bu hayatın içinde yaşayıp kendini ve hayatı sorgulamadan yaşayanlarla farklı dünyalardanız.
Daldan dala kona göçe yazıyorum. Bu sağlıklı insan alameti değil. Yalnız şunu söylemeliyim ki kendimi ve hayatı anlamaya dair çok sözüm var; ondandır bunca farklı şeylerden yazışım.
Klasik ama doğru. Seramik ateşte pişirilen çamurdur! İnsanda biraz çamura benziyor. Biraz değil çok benziyor. Ama gel gelelim çamur kadar kolay pişmiyor insanoğlu. Çünkü yangınların uzağından geçiyoruz. Çünkü yenilmek istemiyoruz. Çünkü sevmiyor ve gizli gizli ağlamıyoruz. Çünkü sabahları güneşi karşılamaya çıkmıyoruz. Çünkü guguk kuşlarının dilini bilmiyoruz. Çünkü bir yetimin, bir öksüzün ve sevdiğimizin saçını ve sırtını okşamıyoruz. Çünkü kısa yoldan “insan” olmak ve hemen meyve vermek istiyoruz. Çünkü vermiyor ve hep almak istiyoruz. Çünkü karşılık bekliyoruz. Çünkü okumuyoruz. Çünkü korkuyoruz. Çünkü sabırsızız. Çünkü şükretmiyoruz. Çünkü herkesin birbirine vesile olduğunu ve şimdi benim tutup bunca satırı uzaklarda bir insan okusun diye yazıyor olmamın yüz binlerce güzellikten bir nebze olduğunu bilmiyor ve görmüyoruz…
“Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı, gökte yolculuk yapanın kalbi su toplar” diyor Ebu’l-Hasan Harakani. Ah be üstadım. Bırak kalbini su toplayan insanları, biz ayakları su toplayan insanlara hasretiz. Bizim derdimiz, az çalışıp çok kazanmak. Hem bu senin kurduğun cümlede metafizik bir şeyler var ki bu da bize uymaz. Bize uyan, elimizle tutup, gözümüzle gördüğümüzdür. Sende Nokia’nın son model telefonu eline alıp plazma televizyonlarda diziler seyretseydin bu cümleyi kurmazdın. Bizlerin toplasa toplasa mabadı su toplar oturmaktan.
İlkokul dördüncü sınıftaydım. Okula erken başladığım için –zeki olmam değil di sebep- dokuz yaşlarındaydım. Bütün çocuklar gibi çocuktum. Dersler ilgimi çekmezdi futbol oynamak kadar. Ve işte ilk kez o yıl âşık olmuş gibi olmuştum. Bugün adını aşk diye anıyor olmama bakmayın. İyi hatırlıyorum; o günlerde kelime haznemde aşk diye bir kelime yoktu. Sıcaklık gibi bir şeydi. Sevgilim üçüncü sınıfa gidiyordu. Adı Elif’ti. Tıpkısının aynısı filmlerdeki küçük ve zengin kızlarına benziyordu. Saçları sarıydı. Saçlarından güneş geçerdi ve saçları gözümü kamaştırırdı. Semtimizin en zengini olan İsmail abinin kızıydı. Önlüğü, yakası, ayakkabıları yeni ve pırıl pırıldı. Hafif tombul ve alabildiğine güleçti. Her teneffüs muhakkak bir şeyler alırdı. Beni görmezdi. O yıl atletizm yarışmaları için önce sınıflardan üçer kişi seçilmişti. Ben sınıfımın en iyisiydim. Dört ve beşinci sınıflardan seçilen otuz kadar kişi yarışacaktık. Tüm okul bizi seyrediyordu. Beşinci sınıflardan olan abiler kocaman kocamandı. Ayağımda kayruka denilen ve daha çok yazın giyilen plastik, delikli ayakkabılar vardı. Sıkıştırmak için mandalı olurdu.
Yarış başlamadan önce Elif’i görmüştüm. Sanki bana bakıyordu.
Bakmadığını biliyordum. Benim nereme ve neyime bakacaktı! O zengin kızıydı! Biz aynı semtin ama ayrı sokakların insanlarıydık!
Yarışın başlama startı verilmeden az önce durup inatla Elif’e bakmaya başlamıştım. Bana değil beşinci sınıflardan ve hakikaten de yakışıklı bir çocuk da olan Tuncay abiye bakıyordu. Ki Tuncay abide yarışta iddialıydı.
Seviyordum ama görülmüyordum! Görülmem için fırsat biraz sonra atacağım adımlarda saklıydı. Başkalarının değil Elif’in beni görmesini ve bilmesini istiyordum.
İşte bu havayla koşmuştum. Ayaklarım kıçıma değiyordu. İstiyordum ama beklemiyordum bu kadar rahat birinci geleceğimi. Tuncay abi üçüncü olmuştu.
Elif beni görmedikçe daha hızlı koşuyordum. Sakarya birincisi olmuştum. Türkiye şampiyonasına gidecektim. Yaşamak bazen küçük ayrıntıların arkasında saklı gerçek hikâyelerdeydi. Ben geceleri altıma kaçırıyordum ve evden uzaklaşamazdım!
Hayat bir yanıyla ince sızılarla yürürken içimizde bir yanıyla da komikti. Evet, Elif’i severek koşmaya başlamıştım. Daha sonraki yıllarda da hep koştum. Türkiye şampiyonalarına katıldım çok sonraları. Elif hala bilmez beni, benim onu bildiğim kadar!
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 2 yorum
yapılmış )
su dedinya abi aklıma geldi....
insan bu su misali kıvrım kıvrım akarya.
bir yanda akan benim öbür yanda SAKARYA
:)))) uzun zamandır ihmal ettim ama şimdi döndüm..
evet Memduh abi şu aralar benim su toplayan yerim yüreğim.i,nsaları sevmekten toladı yüreğim .fakat peshetmemek gerek Allah için sevmek gerek insanı deyip günümüz insnaının horladığı bir şey yapmış olsak da.bütün insanları sevmekten geçtiğini bilerek Allah'ı sevmek,tüm yüreklerin su toplaması dileği ile.elifler görmese de Allah görüyor.