“Kim ki Allah’a kavuşmayı sever, Allah da ona kavuşmayı sever.” (Güllerin Efendisi)
Aylardan Eylül’dü. Mevsim, Sonbahara doğru koşar adımlarla ilerliyordu. Kuzeyden hafifçe esen rüzgar tarihi tren istasyonunun hemen arka tarafındaki asırlık okaliptüs ve çınar ağaçlarının adeta göklere yayılan devasa dallarını kibarca dalgalandırıyor ve sepya rengine dönüşen yapraklarını aşağıdan geçen insanların üzerine savuruyordu. Ön taraf ise, neredeyse tüm şehir halkının duyabileceği kadar yüksek siren sesleri ile istasyona yanaşan trenlerin gürültüleri içinde ana bina ile peronlar arasında telaş halinde koşuşturan yolcu ve yakınları ile doluydu.
Ancak sağa sola koşuşan o mahşeri kalabalığın içinde öyle biri vardı ki, çevresinde olup biten onca gürültü patırtıdan dünyaya yabancı bir gezegenden gelmiş kadar soyutlanmış, adeta kendi içine gömülmüştü. Gençlik ateşinin aydınlattığı çehresi, karşı taraftaki alçak damlı mütevazi evlerin aralarından yükselen ağaçların ardındaki bitimsiz ufuklardan veda etmekte olan kan kızıl kürenin oluşturduğu eşsiz romanesk tabloya çivilenmişti. Erkeksi dudaklarına yayılan uçuk tebessüm, tüm yüzüne açık seçik bir huzur bağışlıyordu. Dışarıdan bakan kibar bir yurttaş, onu içine dalmış olduğu tatlı düşlerden uyandırmanın haksızlık olacağını düşünürdü. Yüzündeki o aynı huzurla, başını sağa doğru çevirdi. Baktığı yer, yıllardır o istasyonda bekleşen gönlü hasret dolu sayısız kimseye uzaklardan sevdiklerini taşıyıp duran trenlerin geliş istikametiydi. O arada, elini usulca pantolonunun sağ cebine atarak çıkardığı bir sigara paketinden bir çöp sigara çıkardı ve esen rüzgarın söndürmesi olasılığına karşı birleştirdiği iki avucu arasında kibritiyle yaktı. Sigarasından çektiği ilk nefesi, karşısındaki boşluğa kederle savurdu.
Aynı anda, aradan geçen son bir yılı gözünün önünden geçmeye başlamıştı bile. İşin aslı şuydu ki, geçen bir yılın içinde hayatında Lamia’dan başka her şey ufak tefek birer ayrıntıdan ibaret kalmıştı. Ah! Aşk nasıl da muktedirdi! Tamamen yabancı biri de olsa, selin önüne katıp götürdüğü çer çöp gibi ona doğru iradesizce nasıl da sürüklüyordu insanı! Ona karşı gelişen ve kısa sürede ruhunu tümüyle egemenliği altına alan bağımlılığı tanımlayacak kelimeler bulmak o denli zordu ki, “Onu seviyorum” demek bile kulaklarına bir saçmalık gibi geliyordu! Koskoca bir yıl, onun imgeleriyle doluydu. Odasının duvarları, onun her biri birbirinden güzel resimleri ile doluydu. Gece uyumadan önce onun resimleri ile söyleşiyor, sabah gözlerini açtığında dünyada gördüğü ilk şeyin o olmasından inanılmaz bir sevinç duyuyordu. Hiç abartısız, hayatına giren en güzel şeydi o!
Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Morocco’dandı Lamia. Bir ara ona şakayla karışık bir tarzda, “Biliyor musun, ben bir prensesim” demişti. Gerçekten, uzaktan da olsa babası tarafından Fas kraliyet ailesindendi. Sahiden de, gerçek bir prenses kadar zarif ve güzeldi. Hepsinden önemli olan şey ise, çoktandır dupduru kalbini kendisine içtenlikle bağışlamış olmasıydı. O da sevmişti. Hem de, her macerayı ve tehlikeyi göze alacak kadar…
Tanışmaları ve süreç içinde onca görüşmeleri, hep internet üzerinden, ara sıra da telefon kanalıyla olmuştu ve sonunda başta ailesi olmak üzere, ülkesinin Adalet Bakanlığı’nda üç yıldır sürdürdüğü memuriyetini bir kenara koyarak sevdiği adama gelmeye karar vermişti. O gün sabah vakti uçakla İstanbul’a inmiş, zaman kaybetmeden trene binerek yola çıkmıştı. Aslına bakılırsa, trenle gelmesini sevgilisinden kendisi istemişti. Böylesi bir aşkı karşılamak için bir tren istasyonundan daha duygulu bir mekan tasavvur edemiyordu. Zihinsel arka planında bunu düşünmesini sağlayan en büyük etken, Rus aristokrasisinin kendisine sunduğu tüm imtiyazları elinin tersiyle itmiş olan sevgili Tolstoy’un bir gün kimselere söylemeden evinden ayrıldıktan bir süre sonra eski bir tren istasyonunda ölü bulunmuş olmasıydı. Neden sonra, bir kitapta Tolstoy’un bu pek gizemli ve hazin sonunu okuduğu günden bu yana, pek çok kez yaşadığı şehrin en az yüz yıllık geçmişe yaslanan tren istasyonuna gelip onu düşünmüş, hatta gizlice gözyaşları dökmüştü.
Şimdi o tren istasyonunda, hayatının en büyük buluşması için bekliyordu. Birazdan gelecek olan trenden o inecek ve onu en canlı haliyle, en gerçek haliyle, en sevdalı haliyle görecekti. Gözleri onun gözleri ile karşılaşacak, elleri onun narin ellerine dokunabilecek, burnu onun zarif teninin kokusunu duyabilecekti. El ele tutuşup şehrin sokakları boyunca evlerine doğru yürümeye başladıkları zaman, etrafındaki kalabalıklara onu göstererek “Herkes baksın ve görsün! Onu seviyorum! Onu seviyorum!” diye haykırmamak için kendisini zor tutacağından da kuşkusu yoktu. Ah! Bu ne büyük bir mutluluktu!
Derken, uzaklardan yaklaşmakta olan bir trenin acı sirenleri ile tepeden tırnağa irkildi. Kalbinin orta yerinde patlayan bir heyecan fırtınası ortalığı birbirine katarak bütün bedenine yayılmaya başladı. Her yeri titriyordu. Çaresizce, sırtını arkasındaki alçak duvara dayayarak:
“Aman Tanrım! Prensese kavuşma vakti!” diye mırıldandı kendi kendine.
Tekrar başını çevirip baktığında, hayatı boyunca gördüğü en güzel trenin yaklaşmakta olduğunu gördü ve Lamia’ya duyduğu sevginin duygusal akıntısı içinde sırf içinde onu sakladığı için istem dışı olarak yaklaşan trene minnet duymaya başlamıştı ki, büyük bir bilgeye ait ünlü bir metafor ellerini havaya kaldırıp dikkat çekmeye çalışarak belleğinin ön taraflarına doğru hücum etti. “Şeb-i Arus’u hatırla! Şeb-i Arus’u hatırla!” diye bağırıyordu avazı çıktığınca…
Bunun üzerine, başını o anda batmakta olan güneşin şahsında Batmayan Güneş’e, Gerçek ve Ölümsüz Sevgili’ye doğru çevirdi ve boşanan gözyaşlarını ellerinin tersiyle silmeye çalışarak şöyle fısıldadı kendi kulaklarına:
“Demek ki, sana kavuşmak böyle bir şeymiş!”