Ünlü İtalyan filozofu Machiavelli şöyle düşünür: İyilik olarak görülen şey, aslında bedeli ağır biçimde ödenecek bir kötülük olabilir. Bu bağlamda, iyilik eden kişi kendine kötülüklerin en büyüğünü yapmış olur veya bunun tam tersi olur. Kötülüğe yatkın olmak, kendine yapılmış büyük bir iyiliktir. Şu halde, gerçek huzurun güvencesi kötülük yapma yetisini sistemli bir çabaya dönüştürmekten geçmektedir. Tıpkı Valentin Dükü’nün yaptığı gibi…
Ona göre, bir “ilk günah” saplantısının yol açtığı varoluşsal suçluluk duygusu ve bunalımlarla -ki bu suçluluğu ilk günahın asıl nedeni sayılan kadının erkekten daha yoğun duyumsaması doğaldır- insan daha başlangıçta mahkum edilmiş, dünyaya gözlerini açtığı ilk andan itibaren kötülüğe koşullu olduğu görüşüyle damgalanmıştır. Hatta bu yargının kökleri öylesine eskilere dayanmaktadır ki, Davud bile Mezmurlar’ının bir yerinde ‘Bir günahtan doğmuşum ben. Anne ve babamın suç ortağı olduğu bir günahtan’ diye yazmaktadır. Sakın kötülüğe çağıran biri olarak algılamayın onu. Aslında o, günahlardan tövbe etmeye, ıslah olmaya çok önem verir ve davet eder. “Tövbeye Çağrı ya da Ahlak Üstüne Söylev” adlı yazısı, oldukça ateşli ve etkileyici bir erdem çağrısıdır. Ayrıca, bizim mülahazalarımıza çok yakındır.
İslami literatürde, “nefs”e ilişkin benzer bir öykü vardır; ancak oldukça mantıklı bir biçimde müdahil olunmamış bir günahın sonuçlarından başkalarına pay verilmemesi ve genel olarak günahın bireyselliği kavramı daha baskın bir düşünce olduğu için hiç kimsenin ilk günahtan ötürü suçluluk saplantısına girmesine gerek olmadığı gayet açıktır. Bununla birlikte, yine literatürde sıkça kullanılan “nefs” herkesin içinde bir “kötülük komuta merkezi” olarak işlevini sürdürmektedir ve sorumlu tutulmuş olduğumuz sınavın zorunlu bir parçasıdır.
Ne var ki, “nefs” diye tabir edilen karanlık karargah fazlasıyla tehlikeli bir yerdir. Bugün dünyamız, Machiavelli’nin kötülük savını haklı çıkarırcasına başkalarına hayatı zehir etmek için var gücüyle çalışan ve yürüttüğü şeytani niyetlere kendi içinde ve dışında iyi bir sistem kazandırmış milyonlarca iblis yumurtası ile doludur. Hatta insanı bir İngiliz aforizması olan şu söze inanmaya zorlayacak kadar: “Cehalet mutluluktur.” Bu iblisleri ne kadar iyi tanıyorsak, ülkemizde ve dünyada yaptıkları kötülükleri ne kadar iyi biliyorsak, hayatımızın tadı o kadar kaçıyor. O yüzden, ben de çobanların daha mutlu olduklarına inananlardanım…
Burada da en büyük teselliyi, onların akibetini iyi bilen “Evrensel Müjdeci ve Tesellici”nin güzel dizlerinin dibinde buluyoruz. Sanki çıplak gözle görülebilen birer azap melekleri gibi, “yaşlılık” ve “ölüm”ün dünün ve bugünün muktedir azmanlarını nasıl da çocuksu bir acziyete ve tamuya doğru yaka paça sürüklediğini bilmek mazlumlar için ne büyük bir tesellidir değil mi?
Bazen yaşamın olanca ağır yüklerini omuzlarımdan bir çırpıda silkerek atmak ve beni hiç kimsenin bulamayacağı bir yerlere kaçmak geliyor içimden. Eğer bunu yapmakla çevremde kendilerine karşı sorumluluk hissettiğim insanlara acı vermeyeceğimden emin olabildiğim bir zaman dilimine rastlamış olsaydım, şüphesiz bir çılgınlık yapardım. Hiç kimse bulamazdı izimi. Bunu yapmak istememin bilinçaltımın derinliklerinde yatan nedenlerinden biri de, hazinelerinin ve cömertliğinin sınırı olmayan merhametli Tanrı ile olan ilişkimizin insanlarla olan yakınlık-uzaklık döngümüzle doğrudan ilintili olduğuna olan inancımdır. Daha açık bir anlatımla, insanlara yaklaştıkça ondan uzaklaştığımız, onlardan uzaklaştıkça ise onun varlığına ve sevgisine yaklaştığımız kanısındayım. Belki yaşlanma olgusunun Tanrı katındaki bir başka anlamı da, kendisine kesin dönüş yapmalarını sağlamaya yönelik bir zorlama olmasıdır. Gençliğin güçlü ışıltıları ile güzel ve muktedir oldukları dönemlerde hiç kimseye muhtaç değilmiş gibi davranan insanlar, ilerleyen yaşlarıyla birlikte çirkinleşip elden ayaktan düşmeye başladıklarında dünyada yapayalnız kaldıklarını görüyor ve artık Tanrı’dan başka sığınak olmadığını tüm çıplaklığıyla anlıyorlar. Büyük olasılıkla, en azından yaşlılıklarında kıymetini ve vefasını anlasınlar ve asli barınaklarına dönsünler diye düşünüyordur. Üstelik sevgi dolu olduğunu o denli hissettirmek istiyor ki, son nefeslerini vermeden şefkatli kucağına dönüp sığınma seçeneğini kullanmaları halinde bile onları bağrına basmayı taahhüt ediyor.
Bir gün çok sevdiğim güzel yürekli bir dostum sohbet esnasında “Benim mürşidim bizlere tasavvufu anlatırken, her gün en az on kişiyi mutlu etmemiz gerektiğini söylüyor” demişti. O güne dek ilk kez işittiğim bu ışıltılı felsefe, belli ki “başkalarının cenneti olma” donanımını kazanmaya dönük kutsal bir çabayı öngörüyor; ama çevremizde kaç kişi böyle davranıyor? Ne hazindir ki, “diğer insanlar” J. P. Sartre’ın “Başkaları cehennemdir” sözünü teyit edercesine, çoğu zaman ıstıraptan başka bir şey vermiyorlar bize!
Bir lokantanın kıyısından geçerken bahçesinin güzel tasarımından o kadar etkilenmiştim ki, gözyaşlarımı tutamamıştım. Çünkü bana “başkasının cenneti olma” duyarlılığını, dahası cennetin kendisini anımsatmıştı. ‘Keşke’ dedim kendi kendime, “herkes evinin veya işyerinin çevresine bu kadar özen göstermiş olsa da, baktığımız her yerde yüreğimiz naif baharların barışçıl kokularıyla yüklense... Keşke insan olarak küçük bir gülücükle veya sıcak bir selamla da olsa birbirimizi mutlu etmeyi düşünebilsek…”
Evet, bu güzel rüyanın hiçbir zaman gerçek olmayacağı korkusunun, Tanrı’nın esenlik bağışlayan ilham pınarlarına ulaşmak için insanlardan uzaklaşmak gerektiğini düşünmeye itilmenin ne kadar acımtırak bir tadı olduğunu anlayabilir misiniz? Eğer zaman zaman bunu hissediyorsanız, insanların başını omzuna güvenle yaslayabileceği kadar güzel bir yeryüzü cennetisiniz demektir…”
Lütfen sevgili Derviş Yunus’un bizzat kendi şahsına söylediği şu sözleri kalbinizle ve ağır ağır okuyun.
Dervişlik der ki bana
Sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana
Sen derviş olamazsın
***
Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
***
Derviş yunus gel imdi
Ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca
Sen derviş olamazsın.