Kadınlar, genellikle çok akıllı olduklarını sanırlar. Ben kadınların erkeklerle aynı beyinsel potansiyele sahip olmalarına karşın, o potansiyelin erkelerin kullandığı miktarını kullanmaya gönüllü olmadıkları kanısındayım. Ayrıca, buna ihtiyaçları olmadığına inandıklarından da çok fazla kuşku duymuyorum. Beyin kullanımı zahmetli bir iştir ve kadınlar çok zorunlu kalmadıkça zahmetli işlere yanaşmak istemezler. Onlar, her şeyin en kestirme yolunu sever ve bulurlar.
Zaman içinde bir bayanın öğrendiği en faydalı bilgi, bedeninin tüm sorunları çözmeye ve onu tüm hayallerine en kolay yoldan ulaştırmaya kadir olduğu bilgisidir. Dahası, üniversitede okuyan bayanların pek çoğunun bilinçaltında bile, iş bulamaması durumunda evleneceği erkeğin ona bakmak zorunda olduğu geleneksel yargısı sere serpe yatmaktadır. Bu durumda, üniversite mezunu olmak, her açıdan “daha düzeyli bir koca bulmak” anlamına gelmektedir. Ancak, kişisel gelişimleri konusunda kaygılar taşıyan, bu anlamda üniversite mezunu olmaya daha erdemli anlamlar yükleyen bayanlar da vardır. Şüphesiz, sayıları hayli az olan o bayanları yürekten kutlamalı ve ayakta alkışlamalıyız.
Dediğimiz gibi, kadınların bireysel ve beyinsel gelişimlerinin önünde duran en sert engel, erkeğin aklını başından alan bedenleridir. Tarih sürecinde kadınların elde ettikleri kimi başarıların, beyin gücüyle değil, yalnızca bedenlerine serpiştirilmiş olan dişil aksesuarların kullanılması ile elde edilmiş oldukları anlamak için hiç de zeki biri olmaya gerek yoktur. Çoğu kez, sadece yaşamlarını sürdürmeleri bile, bedenleri sayesindedir. O yüzdendir ki, fahişelik kadim bir kadın mesleği olmuştur. Ne var ki, fahişeler bunu aleni olarak ve arsızca yapar; namuslu kadınlar ise, birtakım yasal veya geleneksel prosedürler içinde ve sinsice yaparlar. Sonuç olarak kadın, kafatasının içinde bir gram beyin olmasa bile yaşamını sürdürmeye muktedir olabilen bir varlıktır. Bu, bir yönüyle olumsuz eleştiriye konu olabilse de, diğer yönüyle büyük bir avantaj kabul edilebilir. Dürüst olmak gerekirse, kadınlar kendi bedenleri ile ne kadar övünseler azdır. Çünkü o beden, “dişilik” gibi, dünyanın en tehlikeli silahını barındırmaktadır.
Bayanların bu özelliği aklıma her geldiğinde, Knidos Afroditi’ni anımsarım. İlk kez, sevgili Ahmet Altan’ın “İçimizde Bir Yer” adlı kitabında okumuştum. Dünyanın en büyük heykeltıraşlarından biri olan Praksiteles, Knidos Afroditi diye adlandırdığı bir kadının heykelini yapmış ve heykel daha sonra Bizanslılar tarafından İstanbul’a getirilerek Beyazıt’ta kızlar sarayının önüne dikilmiş; daha sonra ise, çıkan bir yangında kırılmıştır. Fakat, o güne dek pek çok yerde taklitleri yapılmıştı bile.
Asıl ilginç olan, heykelin hikayesidir. Praksiteles ile bir ressam arkadaşı, bir akşam vakti, Datça yakınlarında kıyıya yakın kuytu bir yerde içki içip sanat üzerine sohbet ediyorlardı. Birazdan, tepede bulunan manastırdan bir grup rahibenin denize girmek için aşağıya indiğini gördüler. Kıyıya gelen rahibeler, elbiselerini çıkarmadan denize girdiler. İçlerinden yalnızca biri, denize çırılçıplak soyunarak girdi. Genç bayanın vücudu öylesine güzeldi ki, Praksiteles o mükemmel vücudun heykelini yapmadan daha fazla yaşayamayacağını hissetti. Ertesi gün, ilk işi onun kaldığı manastıra gidip baş rahibe ile görüşmek oldu. Baş rahibeden, onun heykelini yapmak için izin istiyordu. O da, kızın istemesi halinde bunda bir sakınca olmadığını söyledi. Çok heyecanlanmıştı. Hemen konuştu kızla ve onu çıplak heykeli için poz vermeye ikna etmeyi başardı. Bu arada, heykelini yaparken kişisel hikayesini de öğrendi.
Kızın anlattığına göre, bir adam öldürmüş ve mahkeme onu ölüm cezasına çarptırmıştı. Ardından, idam kararı okunduğu sırada, kızın artık yapacak bir şeyi kalmadığını anlayan avukatı, birdenbire mahkeme salonunun ortasına fırlayarak kızın üzerindeki elbiseyi boydan boya yırtmış ve ortaya çıkan o muhteşem göğüsleri göstererek, yargıçlara:
“Bu göğüsleri yok etmeyi içinize sindirebilecek misiniz?!” Diye haykırmıştı.
Genç kızın gerçekten yürek hoplatan o güzelim göğüslerini gören yargıçlar, yeniden toplanmak üzere mahkemeye ara vermişler ve sonraki birleşimde o göğüslere kıyamadıkları için, vermiş oldukları idam cezasını kaldırıp, onu ömür boyu bir manastırda yaşamaya mahkum etmişlerdi.
Praksiteles, heykelin adını “Knidos Afroditi” koydu. “Hayat kurtaran” bir vücuttu onunki. Peki, “hayat kurtaran” vücut, sadece Knidos Afroditi’ne mi özgüydü? Bütün kadınlar, “hayat kurtaran” olmasa da, “hayatı idame ettiren” bir bedene sahip değil midir zaten?