Bana sorarsanız, insana en çok yakışan şey ruhsal ve düşünsel bir masumiyettir; oysa tıpkı bedenimiz gibi, o da zamanın yıkıcı gücü karşısında saydamlığını yavaş yavaş kaybeder. Yaşadığı deneyimler, insanın masumiyetini de alır götürür. Yaşı ilerledikçe bir çeşit cine veya canavara dönüşmek, insanın kişilik gelişiminin en hazin yanıdır. Düşünün ki, binlerce suçsuz insanın ölümünden sorumlu tutulan kimseler de bir zamanlar tertemiz birer çocuktu…
İnsan masumiyeti, hiçbir yerde şu iki ilişkide olduğu kadar yara almamıştır: Temelde “ihtiyaç” kavramına dayalı olan iktidar ilişkileri ve aşkla ihtiyacın birbirine karıştığı kadın erkek ilişkileri…
İktidar, çok tatlıdır. Öyle ki, çok sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz kimi büyük bilgeler bile zamanla insanların arasından ayrılarak muazzam köşklere yerleşmekten utanç duymamışlardır. Tarihin büyük liderleri iktidarlarını korumak ve sürdürmek için büyük insan topluluklarını seferber ederek savaşlara sürüklemişler, koskoca ülkeleri kana bulamışlardır.
Kadın erkek ilişkilerine gelince… İnsanoğlu, en acınası dramlarını karşı cinsle ilişkilerinde yaşamıştır. Geçmiş, bunun örnekleri ile doludur.
En güzel günlerimizi kadınlarla yaşadığımız için, en kötü günlerimizi de yine onlar yüzünden yaşarız. Bir erkeğin başına gelebilecek en güzel şey de, en berbat şey de bir kadındır. Erkeğin başına gelen hemen her şeyde, bir kadının veya birtakım kadınların önemli bir rolü vardır. Doğuştan daha iyi niyetli ve olumlu düşünen erkek, istem gücü dışında kadınlardan cinliğin sanatına dair dersler alır. Diğer kadınların da cin olduğunu iyi bilen kadın, bilinçli bir kararla hemcinslerinin dünyasından kaçmak için yollar ararken en iyi seçeneği bir erkeğin güvenli koyudur. Zaten o da yana yakıla onu aramaktadır. Böylece, erkek de muhtelif cinlik tekniklerini öğreneceği bir yola girmiş olur.
Durum, kadınların gözüne de çoğu kez böyle görünür. Onlara göre de, yaşadıkları sorunların büyük sorumlusu erkektir. Bu zorunlu, fakat problematik ilişki biçimi, birlikte yasak meyveyi yediğimiz günden bu yana değişmemiştir. Devamlı savaşırız, kolay kolay ayrılmayız…
Demek ki, birbirimize mahkum edilmişiz. Nasıl bir mahkum hapishaneden çıkamazsa, kadınla erkek de birbirinin hayatından çıkamaz. Bir yerde karşılaşır, ardından bir şekilde buluşur ve bütünleşiriz. Tanrı’nın istediği şey, bütünleşmeden önce ilişkimizin üzerine O’nun güzel adını anmamızdır.
Dünya sınavının dengeleri çok hassas kurulmuştur. İçgüdülerimize direnme konusundaki istek ve sabırdan yoksun olduğumuzdan olsa gerek, sureten Tanrı’nın adıyla başladığımız ilişkimizden zamanla yoruluruz. Daha doğrusu, ilişkilerde en geçer akçe olan masumiyetimizi yitiririz. Evlilik ve sadakat yasal olandır; insanoğlunun sorunu ise yasak olana ilgi duymasıdır. Gözüne duvarın öbür tarafındaki elmalar daha tatlı, tepenin öbür yamacındaki çayırlar daha yeşil görünmektedir. Duvarı aşmak ya da tepenin öbür yamacına kaçmak için duyduğu heyecanları bastırmakta zorluk çekmektedir.
Heyecanlarını, eşine belli etmemeye çalışır. İçinde kopan fırtınaları, feryatları bilsin istemez, duysun istemez; ancak doğanın yasasına karşı sonsuza dek karşı koyamayacak, yani akıntıya karşı kürek çekmekten er geç yorulacaktır. Kendini akıntıya salıverdiğinde ise, içinde o güne dek biriktirdiği tüm acılar sel gibi akarak onu başka bir yola savurur. Peki ya orada mutlu mu olacaktır? Hayır! O güne kadar içini dolduran coşku, tutku ve titreyişe korkular ve vicdan azapları da eklenir o kadar! Çünkü Tanrı kendi adıyla başlatılmış bir işin insiyatifini eline almakta ve takip etmektedir. O aşamadan sonra kişi ya vicdan azabı ve üzüntülerle kendi cezasını verecek ya da Tanrı (Tabii ki sonsuz bilgi ve merhameti ile daha ılımlı bir çözüm getirmezse) başına belalar verecektir. Hatta her ikisinin birden olması, ilk iki seçenekten daha muhtemeldir. Genel olarak haram meyveye el uzatanların iflah olmadıkları hiç kimse için bir sır değildir…
Peki insan yasal sınırlar içinde kalsa mutlu olur mu? Yazık ki, o da pek olası değildir. Çünkü kadınla erkeğin bir araya gelmesi özünde cennetsi bir mutluluğa değil, insan neslinin varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürmesi amacına dönüktür. “Evlilik= mutluluk” kavramı, uluslar arası geleneksel kültürün insanları evliliğe teşvik etmek amacıyla inşa ettiği bir yalan kulesidir. Dikkat ederseniz, insanların çoğu evlenmeyi “cennete giriş” gibi algılarlar. Pek çok evliliğin hüsranla sonuçlanmasının birincil nedeni de budur. Evliler, sonradan daha önce bir türlü anlamak istemedikleri önemli bir şeyin farkına varırlar: Evlendikleri kişi, kendilerini ellerinden tutup cennete götürecek bir melek değildir. Tam tersine, zaman içinde daha çok bir zebaniyi andırmaya başlamıştır…
Haram meyveye el uzatan insanoğlu nasıl uzun zaman önce cennetten dünyaya sürüldüyse, anlaşılan o alışkanlığını terk etmediği takdirde aynı gerekçeyle bu kez de dünyadan cehenneme sürülecektir. Çünkü cennete sadece masum olanlar girerler.
O masumiyetin zirvesinde olanlar ise, Allah’ın kendi mesajlarını ulaştırması için seçtiği elçiler (haberci, müjdeci) dir. Yalnızca Allah’ın vereceği bilgilerle donanmaları için O’nun mesajlarına olabildiğince açık durumda bulunmaları, dolayısıyla hem kalben son derece iyi niyetli olmaları, hem de zihinsel arka plan açısından içinde büyüdükleri kültürel çevrenin etkilerinden bile korunmuş olmaları gerekmektedir. Peygamberlerin özelliklerinden biri (bana göre birincisi) olan ve kimilerinin “günahsızlık” diyerek geçiştirdiği “ismet” sıfatını, aynı kökten olan “masumiyet” kavramı ile açıklamanın daha kapsamlı ve daha doğru olduğu kanısındayım. Allah dışındaki olası tüm etkilerden ve kötü niyetten masumiyet… Ruhsal duruluk… Ruhsal beyazlık… O elçiler içinde ise, en masum olanı Hz. Muhammed’ti. Hatta bu, yüzünü yeni gören herkesin dikkatini çeken ilk şey oluyordu. Bir yayı andıran düzgün kaşlarında çok tatlı bir düşüklük vardı. Resim sanatından veya insan anatomisinden biraz anlayanlar, bu kaş tipinin yüze belirgin bir masumiyet izlenimi verdiğini bilirler…
Keşke O’nun gelinsi masumiyetinden bir parça da bizde olsaydı. Herkesle ilişkimiz çok daha güzel olurdu…