Yazar başlıca sanat dallarından biri olan edebiyatın işçisidir, düşüncenin işçisidir. Bana göre, bir yazarın en büyük sınavı üslup konusu ile ilintilidir. Bunu bir müzik bestecisinin durumuna benzetirim. Nasıl bir besteci müzik notalarını gelişigüzel serpiştirir ve onları sezgi yordamıyla karıştırarak nihayet en güzel kompozisyonu elde ederse, yazar da tam olarak müziğin notalarına karşılık gelen kelimeleri zihninin önüne serpiştirir ve onları en güzel kompozisyona ulaşıncaya kadar yine sezgi yordamı ile karıştırmaya devam eder. Aslında müzik bestecisi olmakla kelimelerden mükemmel karışımı elde etme sanatı olan yazarlık arasında hiçbir fark yoktur. Gerek biçimsel, gerekse işlevsel olarak aynı şey olmaktadır. Bu açıdan, yazarı “sözcük bestecisi” olarak tanımlamak yerinde olacaktır.
İnsanların estetik kaygı düzeyleri farklı olduğu için, yazarlar da bu noktada kabaca üçe ayrılır: Birinci grupta yer alan yazarların yazıları besleyicidir, fakat lezzetli değildir. Başka bir deyişle, bilgi yüklüdür, fakat okuyucuyu sıkıntıdan çatlatır. İkinci grupta yer alan yazarların yazıları lezzetlidir, fakat besleyici değeri yoktur. Başka bir deyişle, edebi açıdan renkli, fakat içeriksizdir. Okuduktan sonra geriye dönüp baktığınızda, aklınızda takılı kalmış bir düşünce öğesine rastlayamazsınız. Üçüncü grupta bulunan kimseler ise, saydığımız ilk iki kategoriyi de kendilerinde birleştirmeyi başarmışlardır. Yazdıkları yazıları okuyanlar bilmedikleri bir konuyu okumuşlarsa eğer, zihinlerinde bilgiden yeni ufuklar açılmış olur. Bildikleri bir şeyi okumuşlarsa, bu kez de istemdışı olarak “Bunu hiç böyle düşünmemiştim” diye düşünürler. İşte yazarlıkta esas olan da budur. Dil konusunda doğuştan yetenekli olan bu kimselerin bellekleri ve entelektüel sezgileri son derece güçlüdür. Güzellik kavramına ve güzel olan tüm unsurlara karşı olağanüstü derecede duyarlıdırlar, kelimelere karşı şehevi bir haz duyarlar. Onlar için sevdikleri bir konuyu kağıda aktarmak, sevgili ile buluşup sevişmekten pek farklı değildir. Kelimelerin seçerken ve kullanırken, aşklarının ateş gibi yanan taze vücudunun duygulu tepelerinde gezindiklerini hissederler...
Bir yazar toplumun duymaya alışık olduğu sözleri geveleyip duruyorsa, o gerçekte bir yazar değildir, yazar olmadan önce ya da o sırada başka ne iş yapıyorsa odur. Çünkü yazarlığın ilk kuralı, sıradışılıktır. Sıradışı olmayan, biraz çılgın olmayan hiç kimse yazar kimliği ile övünmeye hak sahibi değildir. Çünkü önünde bizzat kendi yapımı olan devasa duvarlar vardır. Kendi duvarlarını aşmaktan korkan biri, toplumu yeni düşünce ufuklarına sürüklemeye güç yetirebilir mi? Toplumun söylediği sözleri tekrarlayan biri, kafesin ardından kendisine öğretilen nakaratları geveleyip duran bir papağandan başka ne olabilir?
Büyük bilge Mevlana’nın ünlü aforizmasını anımsayalım:
“Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım
Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım.”
Yazar olmak isteyen kimse, kelimelerin gücünü ve kelimelerin değişmesi ile birlikte düşüncelerin de değiştiğini biliyor olmalıdır. Yazar olmak istiyorsam, öncelikle toplumu esir eden geleneksel kültürün ve korkuların zincirlerinden kurtulmalı, sonra sadece dil ve düşünce dünyasının değil, aynı zamanda toplum ve insan ruhunun labirentlerinde bir şövalye edasıyla dolaşmalıyım... Eğer yeni bir fikir üretemiyorsam en azından söylenmiş olan şeyleri anlatırken kullandığım dili değiştirmeliyim ki, insanlar bir nefes çeksinler yeni bir şeyler duymanın hazzından!