SEN OLMAZSAN CENNET SOLMAZ MI?
(Yaşanmış bir olay)
Güneş, kıpkızıl bir küre halinde yeryüzünün batı yakasından aşağıya doğru iniyor ve akşam gökyüzüne serpiliyordu. Yoksul kenar mahallenin alçak damları canlı bir kızıla boyanmış gibiydi. Her yaz akşamına doğru olduğu gibi, sokaklar türlü oyunlar oynayan çocukların neşeli çığlıkları ile inliyordu. Sağa-sola koşuyor, bağırıyor, kahkahalarla gülüyorlardı. Belki de, anne-babaları tarafından evlerine çağırılmadan önce, kendilerine özgü bir saflık içinde oynadıkları oyunların en tatlı yerindeydiler.
Aynı anlarda, yine çocukların doldurduğu bir sokakta otuzlu yaşlarda bir kadın gecekondu tipi, eski evinin tahtadan yapılmış avlu kapısının önündeki kaldırımda epeydir oturuyor ve diğer çocuklarla birlikte sokakta oynamakta olan çocuğunu izliyordu. Yakından bakan biri, bu yüzde yoksulluğun o bildik solgunluğunu ve yıllarca sürmüş büyük bir acının izlerini görebilirdi. Ucuz kumaştan acemice dikildiği anlaşılan entarisinin fazlalıkları kaldırıma yayılıyordu. Üzerinde ise, rengi siyahtan fümeye doğru iyice solmuş bir bluz vardı. Yorgun gözleri, arada bir dalıp gidiyordu. Önündeki bir noktaya sabit gözlerle bakıyor, düşüncelere dalıyor, sanki yarım kalmış bir hesabı tamamlamak için birileriyle konuşuyormuş gibi bir izlenim veriyordu.
Bir ara, başını tekrar kaldırdı. Birkaç saniye boyunca daha önceki dalgın bakışlarından sıyrılarak, dikkatini çekmek ya da bir şeyler söylemek ister gibi oğluna baktı. Ardından, biraz otoriter bir ses tonuyla:
“Murat, artık eve gelsen iyi olur!” diye seslendi.
“Tamam anne! Geliyorum!” diye yanıtladı çocuk.
Çocuğun sesi, her annenin yüreğini coşturacak kadar tatlıydı.
Birazdan, arkadaşlarından ayrıldı ve annesinin yanına geldi. Annesi, ayağa kalkmıştı artık. Oğlunun elinden tuttu ve birlikte avlu kapısından içeri girdiler.
Güler hanımın bir seyyar satıcı olan kocası, yıllar önce yakalandığı akciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirmişti. O zamandan beri, kocasının sağlığında bin bir güçlükle yaptırmış olduğu bu eski evde on üç yaşındaki oğluyla yalnız yaşıyorlardı. İlk zamanlarda, zavallı kadın bu beklenmedik durum karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Bir süre, yakınlarından ve komşularından yardım görmüşler, fakat ilerleyen günlerde Güler hanım yapabileceği tek iş olan ev temizliği işine başlamıştı. Onun durumunu bilen tanıdıkları, hatta sonradan birilerinden duyan bazı merhametli kimseler, arada bir onu temizliğe çağırıyorlardı. O da, kazandığı az miktarda parayla hem geçinmeye, hem de küçük Murat'ı okutmaya çalışıyordu.
O akşam, Ramazan ayının son iftarı yapılıyordu. Yer sofrasında, anne-
oğul birlikte sade bir akşam yemeği yediler. Yemekten sonra, Murat yatağına uzandı. Kısa bir sessizlikten sonra annesine dönerek:
“Anneciğim” dedi üzgün bir sesle. “Bugün, hiç aklımdan çıkmadı. Yarın bayram olacak. Keşke, benim de bayramlıklarım ve harçlığım olsaydı. Keşke, ben de bazı arkadaşlarım gibi lunaparka gidebilseydim”
Sonra, bayram için arkadaşlarına babalarının neler aldıklarını bir bir anlatmaya başladı. Anlattıkça duygulanıyor, üzüntüsü katlanıyor ve göz pınarları doluyordu. Güler hanım ise, oğlunu dinledikten sonra bir yandan yüreğini dolduran ızdırabı bastırmaya çalışırken, diğer yandan dili döndüğünce onu teselli etmeye çalıştı. Onun acısını dindirmeye çalışırken söylediği sözlerin işe yaramadığını anladığı an, artık kendini daha fazla tutamayacağını anlamıştı ve birden bire kendisi de ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağladı… Milyarlarca insanın yaşadığı dünyada, kendini çölün ortasına terkedilmiş bir çocuk gibi yapayalnız hissetmek ne garip şeydi! Bir kadın olarak, yaşama tutunacak bir dal ya da yaslanacak bir duvar bulamamak, biricik oğluna bir bayramlık alabilmek ve eline birazcık harçlık verebilmekten bile aciz kalmak ne dayanılmaz bir acıydı! Oğluna sarıldı. Onu, şefkatle büyüyen bağrına bastı. Ondan hep gizlemeye çalıştığı tüm acıları, istem dışı olarak o minik bedene sızıyordu sanki.
Öylece, ne kadar zaman geçtiğini belki de hiç bilemeyeceklerdi.
Vakit hayli ilerlemişti. Gece yarısına doğru bile, aynı hüzün yüklü sessizlik evi terk etmiş değildi; ancak Güler hanım artık oğluna uyku vaktinin geldiğini söylemeye başlamıştı.
Tam o esnada, kapının çaldığını işittiler. Doğrusu, o saatte misafir beklemiyorlardı. Üstelik evlerine gelen giden de pek olmazdı. Kim olabilirdi ki?
Güler hanım, ayağa fırladı. Kapıya yöneldiğinde, bir yandan da üstünü-başını toparlamaya çalışıyordu. Acele ile başörtüsünü de taktıktan sonra:
“Kim o?” diye seslendi. Öbür taraftan gelen ses, pek yabancı değildi. Güler hanım, kapıyı açtı. Gelen kişi, uzun zamandır aynı sokağın yüz metre kadar ilerisinde oturan yaşlı bir komşularıydı. Babası Kore'de şehit düştüğü için, mahallenin sakinleri ona ''Yetim Arif'' derlerdi. Merhametli bir adamdı. Kimi zaman çocukların yanından geçerken onlara selam verir, şakalaşır, kimi zaman da onlara önceden alıp ceplerine doldurduğu şekerleri dağıtırdı. Bazen, bir miktar banknotu bakkalda bozdurarak çocuklara cep harçlığı olarak dağıttığı olurdu.
Gecenin geç vaktinde kapılarının önünde bitiveren Yetim Arif'in kucağında bir de kocaman paket vardı.
“Merhaba” dediğinde, aynı saniyede yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı ve hemen söze girdi.
“Çam sakızı, çoban armağanı” dedi usulca. “Hani, malum ya… Yarın, Ramazan Bayramı… Küçük Murat'a, bunun için küçük bir hediye vermek istedim. Lütfen kabul edin.”
Elindeki büyük paketi, annesinin arkasında dikilerek olup bitenleri şaşkınlıktan ayrılmış gözleriyle anlamaya çalışan Murat'ın minik ellerine bıraktıktan sonra, hayırlı geceler dileyerek neredeyse teşekkür etmelerine bile fırsat vermeden hızla arkasını döndü ve karanlık sokakta saniyeler içinde gözden kayboldu.
Murat ile annesi, hayretle karışık bir sevinçle birbirlerine baktılar. Birazdan şaşkınlığı üzerlerinden bir parça atarak, paketi açmak üzere yere oturdular. Bir hayli heyecanlanmışlardı. Paketi açtıklarında, gördükleri şey karşısında küçük Murat, sevinçten neredeyse küçük dilini yutacaktı. Bir sevinç çığlığı atmaktan kendini alamadı. Pakette yeni, çok güzel bayram kıyafetleri, ayrıca bu muhteşem kıyafetlere toplu iğne ile tutturulmuş önemli miktarda kağıt para vardı.
Murat ve annesi, inanılmaz derecede mutlu olmuş ve o gece bu yaşlı, altın kalpli adam için hep dua etmişlerdi...”
Bana bu olayı anlatan kişi, öykünün baş kahramanı olan Murat'ın bir tanıdığı idi. Anladığım kadarıyla, ben kendisini gördüğüm ve bu muhteşem hikayeyi dinleyebilme onuruna eriştiğim sırada, Murat da kendisi gibi artık ellili yaşlarına erişmiş bir adam olmalıydı. Anlatırken, adamın göz pınarları doluyordu. Hikayeyi bitirdiğinde eklediği son sözler, herkesin içinde ağlamama konusundaki kişisel prensibime zorunlu bir istisna yapmaktan başka çaremin kalmadığını gösteriyordu: Murat, şöyle demişti ona: “Mahşer gününde, eğer Rabbim bana ‘Haydi, cennetime gir!’ derse, O’na ‘Allah’ım! Eğer şimdi o iyi kalpli adamın cennete benimle birlikte girmesine izin vermezsen, ben de girmek istemiyorum oraya!’ diyeceğim ve onu yanıma almadan asla cennete girmeyeceğim!”