Kaba, hoyrat ve küfürbaz bir dil kullanması ile ün kazanmış olan C.Bukowski editörler için ağır, biçimsiz sözler söyler ve tespitler yapar ki şahsım adına bende bu tespitlere bir yere kadar katılmaktayım.
Bir yere kadar: Mustafa Kutlu, Lokman Koyuncuoğlu, Sofya Kurban… Editör olmanın daha fazla mütevazı kıldığı güzel insanlar.
Bu isimlerin dışında kalan editörler küfrü mü hak ediyor. Böyle bir şey söylenebilir mi? Elbetteki hayır!... Kesinlikle hayır!.. Zaten benim demem de bu değil. Ancak şu bir gerçek ki editörler insanı daha başlamadan yazıdan küstürür, yazarda yapar!... Editörün teşviki ile yazar olunur mu?... Sanmam ki olunsun…
Sözü olduğuna inanan ve inatçı olan için editörlerin kıymeti harbiyesi yokken daha yolun başında editörlerin eline düşünler içinde editör, Ali kıran baş kesendir!
Velhasıl editörler, her halükarda dikkat edilmesi gereken şahıslardır.
Bunca sözü sevgili editörüm Lokman Koyuncuoğlu’nu övmek ya da daha ilk yazıda yermek için yazmadım.
Lakin bana yazma fırsatı verdiği için teşekkür etmeyi de vazife sayarım.
İlkler zor değil, heyecanlıdır. Hele de benim gibi vedalaşmalar gibi ilk karşılaşmalar konusunda da özürlü iseniz…
İtiraf ediyorum ki heyecanlıyım…
Konumuz C.Bukowski değil. Fakat söz bu “yer altı yazarından” açılmışken, beni çok etkileyen ve yazmak konusunda bahanelere sığınanlara cevap saydığım güzel bir şiirini paylaşmak istiyorum.
hava, ışık, zaman ve ferahlık
“-biliyor musun, ya ailem vardı başımda ya da iş, araya
hep bir şeyler girdi
ama şimdi
evimi sattım, nefis bir yer
buldum, geniş bir stüdyo, o ferahlık
o ışık, görmelisin
hayatımda ilk kez yaratmak için yeterince
mekanım ve ışığım olacak.”
hayır yavrum, yaratacağın varsa
bir maden ocağında günde 16 saat
çalışırken de yaratırsın
ya da
üç çocukla küçük bir odada
işsizlik yardımı ile
geçinirken,
vücudun ve beynin
kısmen parçalanmışken bile
yaratırsın.
kör
topal
felçli,
kent depremle, bombardımanla, selle,
yangınla boğuşurken sırtına bir
kedi tırmanır ve sen
yaratırsın.
güzelim, havaymış, ışıkmış, zamanmış, ferahlıkmış,
yok bunların bu işle ilgisi
ve hiçbir şey yaratmazlar
yeni bahaneler bulmaya yarayacak
daha uzun bir hayattan
başka.
İlk yazıya uygun düştüğünü düşünerek ve maksadımın daha iyi anlaşılmasını murad ederek bire bir yaşadığım ve kaleme aldığım bir öyküyle başlıyor ve sözümün ulaştığı herkese merhaba diyorum…
Yeni yetme, delişmen günlerim. Delikanlıyım. Taşralı bir delikanlı. Birkaç aydır baktığım, bakıştığım bir kız var. Adı Zeynep. Zaman zaman evlerine kadar uzaktan uzağa takip ederim Bilir takip ettiğimi. Hoşuma gider. Sahiplenmiş olurum. O’nun da hoşuna gittiğini sezinlerim. Saf ve masum bir aşkın ilk aşamalarını yaşıyorumdur. Konuşmuşluğum yoktur. Adını başkalarından öğrenmişimdir. Olsun, o benimdir.
Zeynep çalıştığı işten çıkmış ve evine gidiyordur. Bugün gitmiyor. Gidiyor da gitmiyor. Başka başka ve evine uzak tenha sokaklara sapıyor. Yavaşlıyor. Biliyor yine ben takipteyim. Çünkü yarım bir baş dönüşü ile ardından gelip gelmediğimi kontrol ediyor. Emin oluyor. Tamamdır artık. Yanına gidip bir şeyler söylemem gerek. Ne söyleneceğini bilmiyorum. Biliyorum aslında. O’nu düşündüğümde yağmurlar yağıyor. Gürül gürül çağlıyor dereler. Her yan menekşe. Her yan çayır çimen, her yan çiçek! Ya da yalnızca O’nu düşünmek hoşuma gidiyor. Sımsıcacık oluyorum.
“O dönüp baktıkça ne yapacağımı şaşırıyorum. Düzgün bir şekilde yürümek için bacaklarım fazlası ile kalın, ayakkabılarım ağır ve hantal. Ellerimi nasıl sallayacağım. Nereye konulur eller yarin yanına giderken? Elbisem ne kadar ütüsüz, buruşuk. Dönüp kaçsam…”
Kan tere baktım. Dilim damağım kurudu. Sanki değil kesinlikle sıcaklık artıyor yanına yaklaştıkça. Daha da yavaşlıyor. Geleceksen gel ve ne söyleyeceksen söyle dediğini anlıyorum anlamasına ya uzuvlarıma beton dökülmüş gibi. Sanki sakatım. Ayaklarımda zincir mi var nedir?
Gözümü yumdum ve konuştum.
“Sizinle biraz konuşabilir miyim?”
Çok önemli bir andı. Kesinlikle öyleydi. Farkındaydım. Büyük ve zor bir cümle kurmuştum. Önemliydi.
“Sizinle biraz konuşabilir miyim?”
. . . . . .
O benden cesaretliydi. Güzeldi. Gülümsüyordu. Dişleri ne kadarda güzeldi. Dişlerini öpebilirdim. Bayılabilirdim. “Senin söyleyecek bir sözün varsa konuş” anlamına geldiğini çok daha sonra anlayacağım…
-“Benim konuşacak bir şeyim yok!...” demiş ve aynı gülümseme, aynı yavaş ve konuşmamı bekler yürüyüşü ile yürümeye devam etmişti. Yanındaydım Harikaydı. Düş değildi.
Düğümlenmiştim. Bütün kurgum alt üst olmuştu. Yanına gidene kadar neler çekmiştim ve şimdi yeni ve daha tumturaklı cümle ya da cümleler kurmam gerekiyordu. Bu olacak iş değildi. Kekelemeye yakın zoraki bir sesle…
-“Oldu… sağol…” dediğimi ve bir kuyuya düşer gibi geriye döndüğümü hatırlıyorum.
Aslında o günde bugün olduğu gibi sözlerim vardı ve konuşmak istiyordum.
- “Sizinle biraz konuşabilir miyim?”
|
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 4 yorum
yapılmış )
nlsu
[
2006/10/19 11:39
] |
|
dilerim yazma heyecanın hiç bitmez..!harikasın... |
|
|
|
Sırça köşklerinin insan acısına ve kuş sesine barikat kurmuş pencerelerinden 'halk'ına mağrurane bakarak, kara çocukların tek bir şarkısıyla tuz buz olacak cümleler kuranlara nispet, Memduh Bey'in kelimeleri ateşten kelebekler gibi bizi kendilerini takip etmeye zorluyor.
Kavgayı, şiiri ve yârini seven adam! Hoşgeldin! |
|
|
|
Sırça köşklerinin insan acısına ve kuş sesine duyarsız pencerelerinden mağrurane bir edayla 'halk'ını süzüp kara çocukların tek bir şarkısıyla tuzla buz olan cümleler kuranlara nispet, Memduh Bey'in kelimeleri ateşten kelebekler gibi, bizi kendilerini takip etmeye zorluyor.
Kavgayı, şiiri ve yârini seven bir adamın sesi bu! Hoşgeldin! |
|
|
|
Tabiki konuşabilirsin. Seni seviyoruz sevgili memduh. |
|
|
|
|
|
Yazarın Tüm Yazıları |
|
|
|
|