Yorgunluk, sıkıntı ve sıcaktan uyuyamadım. Yola erken çıktım. Yol: Evimden yürüyerek 25 dakikada ulaştığım havaalanı yolu. Saat gecenin tam ortası. 03.00. Dağıtım arabasını bekleyeceğim.
Belki azıcık kestirebilirim umuduyla boyuma kısa, durağın birindeki demir oturaklara –sırt çantamı yastık yaparak- uzanıyorum. Uyumak zor. Gece çok sesli. Arabalar son sürat, sarhoşlar pervasız, pezevenkler pür dikkat!... Köpekler sürü halinde dolaşıyorlar. “Keyfim yok, bana ilişmeyin!...” diye sesleniyorum köpeklere. Duyuyor ve uzaktan geçiyor, tek bir taş ile dağılan güruh.
Son notlarımın fotokopisini çektirdim. Üzerlerinde çalışacağım. Artık “yazar” olmamın zamanı geldi!...
“Körleşme” ve “Zeno’nun Bilinci” isimli kitapları nihayet edindim. Uzun süre ikinci el olarak aramış, bulamamıştım. Ki dört beş kitapçıdan şunu duymuştum bu arayışlarım esnasında. Bu sıralar üç-beş kişi “Körleşme”’yi sordu!...
Tanımadığım ama aynı izi takip ettiğim insanlar bunlar. Aynı gizli örgütün mensupları!...
Bu sabah Kosinki’nin “Şeytan Ağacı” isimli romanını bitirdim. Hiçbir numara yok! Aynı yazarın daha önce okuduğum “Boyalı Kuş”, “Adımlar” ve “Bir Yerde” isimli romanları iyiydi. Ve vakit geçirmeden Albert Camus’un ünlü eseri “Veba” ya başladım. Sahi ben bu arada Camus’un “Yabancı” isimli romanını da okudum.
Davul sesleri geliyor kulağıma. Dalıyorum.
Ramazan ayları… Mevsim meyvelerin coştuğu mevsim… Dallar yere eğiliyor… Öğleden sonraları nerde ne kadar meyve var ise Emine ablamla, üç çeşit armut, beş çeşit elma, iki çeşit üzüm… birkaç çeşit incir… erik… Efendi babam ve Rabia nenem gülerlerdi bize… “Uşuğum yenmez bunlar…” Ama her gün aynı şey tekrarlanır ve biz çocuk oruçlarımızı Rabbin verdiği onlarca tattaki meyve ile tatlandırırdık.. Yine o Efendi babam, Rabia nenem, Emine ablam ve benim köyde olduğumuz Ramazan ayında… iftara bir saat kala köyün içinde şimdilerde adını unuttuğum yaşlı mı yaşlı bir nenecuğede yemek ve özellikle kokulu üzüm getirirdik Emine ablam ile… Çok iyi hatırlıyorum… O nenecuk öyle dua ederdi ki dönüşümüzde ayaklarımız yere değmeden geri dönerdik sanki… Duadan yapılma uçaktı o buğulu gözlerin sahibinden bize verilen…
İstanbul’da bir iftardayız. Türkiye’nin
değişik illerinden gelmişiz. Masanın ağır abisi, şair İsmet Özel. Herkes
birkaç cümle ile kendini tanıtıyor. Ahmet Başak Urfa, Kaya Yeşilkaya
Eskişehir, Mehmet Altın Ankara… Son söz İsmet Özel’de…
“Ben İsmet Özel
Türkiye!...”
Başında beyaz tülbent, dilinde dua bizleri iftarlara bekleyen
annelerimiz bizi beklemiyorlar mi simdi...yoksa biz mi gitmiyoruz...
Kalabalık şehirlerin o sekli...o suni ve gösteriş kokan iftarlarının
yanında... Yer sofralarında diz dize..ayni tabağa uzanan ellerimiz nerde
simdi...?!
O.D.T.Ü’lü kadim sevgilimle konuştum gece… Sesi kırıktı. Sesi yaralıydı. Söyledim. “Toparlayamıyorum” dedi. Asıl yanlışın, toparlama gayreti olduğunu söyledim.
Bir trendeyiz ve tren son sürat gidiyor. Ara sıra camdan dışarıya bakmak var. Oturup televizyon seyredip, çekirdek çitlemek var. Kitap okumak var. Uyumak var. Ayak parmaklarını kaşımak var. Bunları yapmayıp, başını dışarı çıkarıp, daha çok görmek ve daha çok anlamaya çalışmak da var. Görmeye ve anlamaya çalışan ne zaman mutlu olmuş ki?!... Biz dedim galiba… “Biz en az uyku ile idare edip en çok görüntüyü yakalamaya çalışanların kaderidir, toparlayamamak… Sen şimdi bırak toparlama safsatasını da türkü söylemeye bak” dedim.
“Yazıya devam…” dedi.
“Sevmeye ve dağılmaya devam…” dedim.
Kapatıyorduk.
“Beni aldattığını hissediyorum” dedim…
“Senden öğrenmişimdir!…” dedi…
“İhanet!...?” dedim…
“İnadına sevmek…” dedi.
Sustum. Sustu. Gökte yarım bir ay. Beş on yıldız.. Oradaydı. İçimde, en içimde bir yerlerde hep olmuştu. Sevdiğimdi. Sevenimdi. Kardeşimdi.
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 3 yorum
yapılmış )
Yağmur önce senin yüreğine sunar kederini, şehre sonradan.
Gün doğdu, gün battı. Kaçakçıya tedirginlik, çocuklara kuş uykusu, şaire atlas kelimeler, aşıklara mor sancılar bırakarak dağıldı güz. Dehrin kuyusundan sana ne düştü Memduh? Bir sürmene pıçağıyla kalbine attığın çizik mi?