Beklerken çala kalem yazayım. Meteoroloji Genel Müdürlüğü binası. Eski bir bina. Ankara’ya hakim bir tepede, çam ağaçlarıyla çevrili kocaman bir bahçe içerisinde. Bu binayı Kurtuluş Savaşı döneminde Genelkurmay kullanmış ve Atatürk’te bir dönem bu binada çalışmış…
Üzeyir Garih yönetim kurulunda, iş ile alakası olmayan üç kişi bulundururmuş. Bu kişilerin tek görevi, Üzeyir Garih’i izleyerek olumsuz gördükleri tavır ve davranışları kendisine rapor etmeleriymiş. Buraya kadar normal ve anlaşılır bir durum. Ama dahası var. Bu kişilerin sözleşmelerinde yazılı şu cümleye bakın… “Adı geçen şahıs kendi iradesi ile tek taraflı iş akdini fesih etmedikten sonra işine son verilmeyecektir.” Bunun sebebini sorduklarında şöyle demiş Üzeyir Garih… “İnsanım, patronum… Bir gün kızar ve bu insanlardan birini veya hepsini kovabilirim… Böyle yapmakla kendi aleyhime bile olsa bu insanlara güvence verdim. Daha da önemlisi öfke ve kızgınlık anımda beni bana gösterme gayretinde olan aynalarımı kırmamış olurum…
Anne sütünden sonra tüm yaşam öğelerinin bir arada bulunduğu besin kaynağının yumurta olduğunu okuduğumda bir kez daha iman ettim Rabbime… Nedir ki tavuk denilen hayvanı her yerde ve her ortamda besleyebilir ve asgari düzeyde temel besin maddesine neredeyse ücretsiz sahip olabiliriz… Rabbim en temel gıdayı hap haline getirip sunmuş biz insanlara!... Yuh olsun şiş karınları ile karnım aç diyenlere… gözü açlara…
Köyde harman yerindeyiz. Abiler, yengeler, amca ve teyzeler var. Benim en hızlı –radikal- günlerim. Bir kucak sakal, beyaz hakim yaka gömlek. Hem duruşum hem de uzaktan gelen misafir olmam hasebiyle soruların çoğu bana. Öğretmen bir ağabeymiz –işi de bilen biri- habire kızdırıp durur beni. Solcu olduğunu duyarım dayılarımdan. Güleç yüzlüdür. Tatlı-sert tartışıp dururken konu devlete geldi. Ben verip veriştiriyor, devleti sevmediğimi, geçinemediğimi söylüyorum. Allah selametini versin, bizi dinlemekte olan Şükriye Teyze.. “Oy yerum seni, devletumun düşmani…” diyerek arkamdan gelip sımsıcacık ve sevgiyle sarıldı bana… Ben devleti ve tartışmayı unuttum. Koptum. Gittim. “Gel dedum….” –kalabalığı ima ederek- “habunlardan uzaklaşalum.” Harmanın uzak köşesine çekildik. Başımı kucağına bıraktım. Bin yıllık sükunu taşıyan elleriyle saçımı okşuyor. Şükriye Teyzeme – yaş yetmişe yakın- eski sevdaluklari sordum. “Yazaca misun…?” dedi… “Bilmem…” dedum… Anlattı. Güldük. Neşelendik. Bir ara gözleri doldu. Durdu. Karşı tepelerin ardına bakıyordu gözleri. Agası –abisi- Yemen’e gitmiş ve gelmemişti. Çok yakişukliydi. Sevdaluğu vardi. Kız beş sene daha pekledi agami. Sildim tomurcuklanan gözyaşlarını Şükriye Teyzemin. Öptüm buruşuk yanaklarından. Dua etti bana. Dedum ki… “Raşit amca nasıl kandurdi senin gibi güzel kızı..” “Sus uşağum sus…” dedi “Duymasun…Oni ben kandurdum!…” Raşit amcada yakişukli bi delikanlıymış…Peşinde çok da kız varmış. Şükriye Teyzem kandırmış, aklını çelmiş Raşit amcanın. “Ama uşağum..” dedi… “O’da sever ve hala kıskanur beni biliy misun?…” Gözleri ışıl ışıl oldu… “Uy..” dedum “Yerum senun sevdaluklaruni…”
Köşe Yazısı Hakkındaki Yorumlarınız
( Toplam 2 yorum
yapılmış )
Alaka göstermenin tezahürü 'çıkma teklif etme' olalı aşklar da yavan ve kapitalist bir alışverişe dönüştü ne çare..Kalpten akan bir başka kalbe varmalı oysa, tene değip buharlaşan sevdalıklar eksiltiyor hayatı...