Yattığım yer yani yatak kızgın, öfkeli ve beni rahatsız etmek için günün bütün soğuğunu, puştluğunu toplamış. Bir ucundan diğer ucuna yuvarlanıyorum. Şekilden şekle giriyorum. Uzanıyor, kısalıyor, büzülüyorum. Gözlerimi zorluyorum. Olmuyor. Uykunun getireceği mutluluğa uzağım.
Altıma işediğim için nenemin elcukleri ile yaptığı çıtır çıtır ot yatağı, perdenin aralığından görünen yıldızlar… uzaktan uzağa köpek havlamaları, hemen camın ötesinden sanki “hadi gel seninle sırlarımızı paylaşalım” diyen ateş böcekleri, onlara inat kurbağaların geceyi teslim alan yaygaraları, ineklerin altımızdaki ahırdan gelen homurdanmaları… dabanca sesleri, kahveden dönen dayımın ve arkadaşlarının bahtiyar ve delikanlı gülüşleri. O günlere, o uykulara ne kadar uzağım şimdi.
Yatağında ebadı olmalı… Yatak ne kadar büyük olursa işkencede o kadar azman oluyor. Düşünce değil, düş değil, kabus. Karabasan. Heyula. İşkenceden işkence beğen. Koyunlar, keçiler, inekler hep yüz tane. Sayıp sayıp baştan alıyorum. Bitiyor.
Kulakları çınlasın Emine ablamla daha gün ağırmadan hayvan otlatmaya giderdik. Tüyden hafif yürüyüşü ile nenem gelir kaldırırdı beni. “Uşuğum istersen gitme..!” derdi. Küçüktüm. Beş yaşında anca vardım. Uykulu gözlerimi ovuşturarak hemen kalkar, o buz gibi canım sularla yüzümü yıkar ve hazırlanırdım. Efendi Babam namaz için kalkardı. Harmanın dibinde ekili olan ve üzerlerindeki çiğ damlaları ile otuz yıldır bir daha aynı tadı bulamadığım domates ile salatalardan koparır, anneannemim yaptığı gorik tuzun içinden çıkardığı bir kalıp peynir, ekmek… güğümle suyu alır, yola dizilirdik. Çarşıdan cici mama gelmiş olsa bile bu ayrı yenirdi. Dahası cici mama ekmekten sayılmazdı. O pasta, o börek gibiydi.
Kapıyı açar açmaz kemre kokusu ve buğusu yüzünüze çarpan ahırdan hayvanları çıkarır yola dizilirdik. Kabana getirirdik ineklerimizi. İneklerimiz ya iki olurdu ya da üç tane. Geçen arabaları sayabileceğimiz kadar yakındı Maçka-Erzurum yolu… Her gün aynı oyunu oynardık bıkıp usanmadan… Geçen arabaları sayardık. Bir gün ben Trabzon’dan Erzurum yönüne giden arabaları tutardım, bir gün ablam… Sayılarımızı ablam sayardı. Ablam on yaşındaydı.
Kızılay’ın tam göbeğine kamyonlarca kurt, çakal, sırtlan indirmek gibi bu yatakta uyumaya çalışmak. Bu aç, bu vahşi, bu uzlaşma sevmeyen hayvan sürüsünün Sakarya’ya, İzmir Caddesine, Sıhhiye’ye Güvenpark’a doğru dağılışları gibi dağılıyor düşüncelerim. Birinin önünü kesene kadar bir diğeri talan etmiş oluyor bir düşüncemi. İnsanlar ağır çekim, uyuşuk hareketler ile yürüyor ve hareket ediyorlar. Her şey ağır çekim. Hiç kimsede şaşkınlık belirtisi yok. Bir tek çocuklar biraz tedirgin. Bu şaşkınlığa düşmemiş olmamaya hayret ediyorum. Aptal aptal bakıyorum. Bu azgın hayvan sürüsü ile bu kibar görünüşlü insan taifesinin bu denli anlaşabilir ve yakın olmalarının üzerine kafa yoruyorum. Aynı zihniyet diyorum. Farkımız yok birbirimizden.
Her taraf kan lekesi. Ayaklardan, kollardan, memelerden, apış aralarından kan izlerini sürüklüyor insanlar. Kiminin gırtlağı parçalanmış, kiminin yüzü kaybolmuş… Herkes yine işinde… Günün ritmi azalmıyor, artmıyor. Ölen ölüyor, kalan sağlar devam ediyor.
Benim çocukluğumun “bizim oralardasın da” yaz başında hayvanları ahırdan çıkardıklarında / kış süresince içeride kalmış olmanın darlığı ile / hayvan nereye koşacağını bilmeden koşar durur… Deli danalar gibi koşmak buradan gelir. Şaşkın, aceleci ve karasızdır hayvan…! Bizimkilerin / onlar kendilerini bilir… / hali de buna benziyor… Yapmacık, suni, sığ tavırlar… İğreti bakışlar. Yüzüne gökkuşağının tüm renklerini süren kızlar, kadınlar… İşyerlerinde sofu, kahvelerde liberal ve radikal yeni yetme iş adamları… Ve öyle kadınlar görürüm ki aklıma “Dinazor” M.Urgan’ın bebek poposunun rüküş bayanların yüzlerinden daha güzel olduğu benzetmesi gelir… Ve yine ömrü uzun olsun babamın “O kadar boyayı ben ….me sürsem daha güzel olur demesi geliyor…” Sırf bayanlar mı… Özal dönemiyle bitlenmeye ve adam beğenmemeye başlayan, palazlanan Müslüman tacirlere ne demeli… Ve yanlarında taşıdıkları kalas ebadında, cıvımış lokum suratlı kadınlar… Sanki alttan alta “Bakın benim eşim ne kadar güzel…!” der gibiler… Sizin kibarlığınız ve fiyakanız batsın… İki yıl önce Şah İn’de babayani, uzun mu uzun Konya’lı bir ayakkabı tacirinin kızıyla tanışmış ve sormuştum… “Ne oluyoruz…?!” Çok hoş tespitleri vardı… Hele bir tespiti vardı ki hala, hatırladıkça gülerim… “Bak, bak şunların sigara içmelerine” demişti… “Ellili yılların Türk filmlerindeki aşüfte, hafifmeşrep kadınlar gibi sigara içiyorlar…!”
Uzun yolculuklarımda hep yaşadığım haldir. Kilometre kadranını sonuna dayayıp arabayı sürmek. Hayat ipinin gerildiğini ve inceldiğini hissetmek. Gözüme kamyonları, tırları kestiririm. Kendime mi yoksa nahak yere altına girip başını belaya sokacağım insanları mı acırım ve vazgeçerim bilmem… Ama bildiğim bir gün ben vazgeçsem de ecelin benden vazgeçmeyeceğidir. “Gel” der bana…” İşte ben senin düşün, heyecanın, hayalinim…! Seni bekliyorum…” Ve fren tutmaz olur…
Yattığım yer yani yatak kızgın, öfkeli ve beni rahatsız etmek için günün bütün soğuğunu, puştluğunu toplamış. Bir ucundan diğer ucuna yuvarlanıyorum. Şekilden şekle giriyorum. Uzanıyor, kısalıyor, büzülüyorum. Gözlerimi zorluyorum. Olmuyor. Uykunun getireceği mutluluğa uzağım.
Altıma işediğim için nenemin elcukleri ile yaptığı çıtır çıtır ot yatağı, perdenin aralığından görünen yıldızlar… uzaktan uzağa köpek havlamaları, hemen camın ötesinden sanki “hadi gel seninle sırlarımızı paylaşalım” diyen ateş böcekleri, onlara inat kurbağaların geceyi teslim alan yaygaraları, ineklerin altımızdaki ahırdan gelen homurdanmaları… dabanca sesleri, kahveden dönen dayımın ve arkadaşlarının bahtiyar ve delikanlı gülüşleri. O günlere, o uykulara ne kadar uzağım şimdi.
Yatağında ebadı olmalı… Yatak ne kadar büyük olursa işkencede o kadar azman oluyor. Düşünce değil, düş değil, kabus. Karabasan. Heyula. İşkenceden işkence beğen. Koyunlar, keçiler, inekler hep yüz tane. Sayıp sayıp baştan alıyorum. Bitiyor.
Kulakları çınlasın Emine ablamla daha gün ağırmadan hayvan otlatmaya giderdik. Tüyden hafif yürüyüşü ile nenem gelir kaldırırdı beni. “Uşuğum istersen gitme..!” derdi. Küçüktüm. Beş yaşında anca vardım. Uykulu gözlerimi ovuşturarak hemen kalkar, o buz gibi canım sularla yüzümü yıkar ve hazırlanırdım. Efendi Babam namaz için kalkardı. Harmanın dibinde ekili olan ve üzerlerindeki çiğ damlaları ile otuz yıldır bir daha aynı tadı bulamadığım domates ile salatalardan koparır, anneannemim yaptığı gorik tuzun içinden çıkardığı bir kalıp peynir, ekmek… güğümle suyu alır, yola dizilirdik. Çarşıdan cici mama gelmiş olsa bile bu ayrı yenirdi. Dahası cici mama ekmekten sayılmazdı. O pasta, o börek gibiydi.
Kapıyı açar açmaz kemre kokusu ve buğusu yüzünüze çarpan ahırdan hayvanları çıkarır yola dizilirdik. Kabana getirirdik ineklerimizi. İneklerimiz ya iki olurdu ya da üç tane. Geçen arabaları sayabileceğimiz kadar yakındı Maçka-Erzurum yolu… Her gün aynı oyunu oynardık bıkıp usanmadan… Geçen arabaları sayardık. Bir gün ben Trabzon’dan Erzurum yönüne giden arabaları tutardım, bir gün ablam… Sayılarımızı ablam sayardı. Ablam on yaşındaydı.
Kızılay’ın tam göbeğine kamyonlarca kurt, çakal, sırtlan indirmek gibi bu yatakta uyumaya çalışmak. Bu aç, bu vahşi, bu uzlaşma sevmeyen hayvan sürüsünün Sakarya’ya, İzmir Caddesine, Sıhhiye’ye Güvenpark’a doğru dağılışları gibi dağılıyor düşüncelerim. Birinin önünü kesene kadar bir diğeri talan etmiş oluyor bir düşüncemi. İnsanlar ağır çekim, uyuşuk hareketler ile yürüyor ve hareket ediyorlar. Her şey ağır çekim. Hiç kimsede şaşkınlık belirtisi yok. Bir tek çocuklar biraz tedirgin. Bu şaşkınlığa düşmemiş olmamaya hayret ediyorum. Aptal aptal bakıyorum. Bu azgın hayvan sürüsü ile bu kibar görünüşlü insan taifesinin bu denli anlaşabilir ve yakın olmalarının üzerine kafa yoruyorum. Aynı zihniyet diyorum. Farkımız yok birbirimizden.
Her taraf kan lekesi. Ayaklardan, kollardan, memelerden, apış aralarından kan izlerini sürüklüyor insanlar. Kiminin gırtlağı parçalanmış, kiminin yüzü kaybolmuş… Herkes yine işinde… Günün ritmi azalmıyor, artmıyor. Ölen ölüyor, kalan sağlar devam ediyor.
Benim çocukluğumun “bizim oralardasın da” yaz başında hayvanları ahırdan çıkardıklarında / kış süresince içeride kalmış olmanın darlığı ile / hayvan nereye koşacağını bilmeden koşar durur… Deli danalar gibi koşmak buradan gelir. Şaşkın, aceleci ve karasızdır hayvan…! Bizimkilerin / onlar kendilerini bilir… / hali de buna benziyor… Yapmacık, suni, sığ tavırlar… İğreti bakışlar. Yüzüne gökkuşağının tüm renklerini süren kızlar, kadınlar… İşyerlerinde sofu, kahvelerde liberal ve radikal yeni yetme iş adamları… Ve öyle kadınlar görürüm ki aklıma “Dinazor” M.Urgan’ın bebek poposunun rüküş bayanların yüzlerinden daha güzel olduğu benzetmesi gelir… Ve yine ömrü uzun olsun babamın “O kadar boyayı ben ….me sürsem daha güzel olur demesi geliyor…” Sırf bayanlar mı… Özal dönemiyle bitlenmeye ve adam beğenmemeye başlayan, palazlanan Müslüman tacirlere ne demeli… Ve yanlarında taşıdıkları kalas ebadında, cıvımış lokum suratlı kadınlar… Sanki alttan alta “Bakın benim eşim ne kadar güzel…!” der gibiler… Sizin kibarlığınız ve fiyakanız batsın… İki yıl önce Şah İn’de babayani, uzun mu uzun Konya’lı bir ayakkabı tacirinin kızıyla tanışmış ve sormuştum… “Ne oluyoruz…?!” Çok hoş tespitleri vardı… Hele bir tespiti vardı ki hala, hatırladıkça gülerim… “Bak, bak şunların sigara içmelerine” demişti… “Ellili yılların Türk filmlerindeki aşüfte, hafifmeşrep kadınlar gibi sigara içiyorlar…!”
Uzun yolculuklarımda hep yaşadığım haldir. Kilometre kadranını sonuna dayayıp arabayı sürmek. Hayat ipinin gerildiğini ve inceldiğini hissetmek. Gözüme kamyonları, tırları kestiririm. Kendime mi yoksa nahak yere altına girip başını belaya sokacağım insanları mı acırım ve vazgeçerim bilmem… Ama bildiğim bir gün ben vazgeçsem de ecelin benden vazgeçmeyeceğidir. “Gel” der bana…” İşte ben senin düşün, heyecanın, hayalinim…! Seni bekliyorum…” Ve fren tutmaz olur…
Uykusuzluk neler yazdırıyor insana…