Dünya o kadar hızlı değişiyor ki, yerimizde sayabilmemiz için bile çok süratli bir şekilde koşmamız gerekiyor. Bulunduğumuz yerden bir adım öteye gitmek için ne yapmamız gerektiğini ise sizlerin takdirlerine bırakıyorum. Tasvir etmeye çalıştığım durumun müsebbibi herkesin diline pelesenk olmuş şu meşhur “küreselleşme” ya da uluslararası ifadesiyle “globalleşme” sürecidir. Evet, dünya artık modern bir köy. Öyle değil mi? Dünyanın öbür ucunda meydana gelen bir depremden ya da başka bir afetten haberdar olmamız ne kadar sürüyor. Bir köyde yaşayan insanların, kendi köylerinde meydana gelen olumsuz bir durumu öğrendiği süreyi geçmiyor kanaatimce. Bu süreci tetikleyen en temel unsur, baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknolojik gelişmelerdir. Ama hemen şunu da ekleyeyim ki, insanoğluna yaranmak çok güç. Büyük emekler sarf ederek icat edilen teknolojik gelişmelere tepki gösteren birçok insan tanıyorum. Örneğin, interneti icat eden zat-ı muhtereme bazıları, “yaşıyorsa Allah selamet versin, ölmüşse toprağı bol olsun” diyor, bazıları da “nereden çıktı şu internet, çocuklarımızın ahlakını iyice bozuyor” diye serzenişte bulunuyor. Kendi görüşümü ifade etmem gerekirse, internet, her türlü bilgiyi bir “tık” mesafesinde bize sunan harika bir icattır. Ancak bu teknoloji, “Her güzelin bir kusuru vardır” sözünün arkasına sığınarak, kişileri bireyselleştirdiğini ve sabır kavramını imha ettiğini inkâr etmemektedir zaten.
Geçenlerde bir arkadaşım bana, “Ya senin internetin hızı ne kadar, ben en az 6-7 saniye bekliyorum” dedi. “6 dakika demek istedin herhalde” deyince, arkadaşın surat ifadesinden vücut kimyasının değiştiğini anladım.
Her şey çok hızlı olmalı artık. Karnımızı doyurmak için bile kendimize zaman ayıramıyoruz. Hamburgercilerin rağbet görmesi de bu sebepten. Sağlıklıymış, değilmiş, kimin umurunda! Canımız bir kahve içmek istediğinde de durum pek farklı değil. Usta bir el hareketiyle çeviriyoruz kupa bardağını, atıyoruz içine “Neskafe”yi, biraz süt tozu, ısıtıcıdaki kaynamış suyu da döktük mü, iki dakikada hazırdır kahveniz. Hazırdır da, genelde yalnız içilir bu ecnebi menşeli kahve türü. Oysa Türk kahvesi öyle midir? Bu yaşa geldim, yalnız başıma kaldığım hiçbir an, kendi başıma bir Türk kahvesi içmedim. Ama ne zaman evime bir misafirim gelse, “Hanım, yap bir kahve de dostumla karşılıklı içelim” demek için can atıyorum. Evet, Türk kahvesi karşılıklı içilir, yani muhabbetin bahanesidir. Ancak biraz emek ister, başında bekleyip doğru kıvamı alması için, taşmaması için biraz sabır ister; kısacası Neskafe gibi değildir. Şip-şak hazır olmaz. Ha, unutmadan Türk kahvesini yapmadan önce misafire “kahvenizi nasıl alırdınız?” diye de sorulur. Bana böyle bir soru yöneltildiğinde, cevabım duruma göre olur. Şayet çok tatlı bir muhabbet ortamı oluşmuşsa, kahvemi sade içmeyi yeğlerim. Muhabbet monoton geçiyorsa, kahvemi şekerli içerek durumu dengelemeye çalışırım… Her neyse, uzun lafın kısası, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, kendimi pratiklik cereyanına kaptırmayacağım ve misafirlerime inatla Türk kahvesi ikram etmeye devam edeceğim. Onlara bu ikramda bulunabilmek için beş dakika fazla zaman harcayacağım, ama karşılığında da kırk yıllık hatır sahibi olacağım. Ne dersiniz, kârlı bir alış-veriş öyle değil mi?