Milâdî takvimle 20 Nisan 571, Hicrî takvimle, Hicretten 51 yıl önce, Rebîu’l-evvel ayının 12 gecesi Dünya’yı şereflendiren Sevgili Peygamberimiz, ülkemizde 1989 yılından itibaren “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri içinde çeşitli programlarla anılmaktadır. İlk yıllarda bu programlar Diyanet İşleri Başkanlığımız ve Diyânet Vakfı organizesi ile olurken, son yıllarda mahallî idâreler ve sivil toplum kuruluşları da bu etkinliklerde gönüllü olarak yer almaktadırlar. Diğer taraftan yazılı ve görsel medyada bu konuyla ilgili haber, makale ve çeşitli programlar bulunmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz, bugün çevremizde her an müşahede ettiğimiz vahşet ve haksızlık şartlarından daha olumsuzunun bulunmadığı bir ortamda yeryüzünü teşrif etmişti. Bu bakımdan, biyolojik bir nübüvvet vilâdeti zaten dînen caiz değil ama, zihniyette yeni bir kutlu doğuma zarûri olarak ihtiyaç var. Bu nedenle temas ettiğimiz programların niceliği kadar nitelik ve içerikleri de oldukça önem arzetmektedir.
İslâm bizden Hz. Peygamberin ahlakı ile ahlâklanmamızı istediği kadar, medeniyet olarak hep önde gitmemizi de emretmektedir.
İslâm Alemi asırlardır medeniyetin lokomotifi, değil maalesef ve maalesef ancak sıradan bir vagonu durumunda. Yüce Allâh’ın tüm tabii zenginlik ve iklim şartlarını bahşetmesine rağmen hemen bütün İslâm ülkelerindeki Müslümanlar, “zengin ülkenin fakir sakinleri ve bekçileri” durumundalar. Hiçbiri kullandığı en temel makine ve vasıtaları kendisi üretebiliyor durumda değil. Maalesef bu karamsar tablonun mevcut zihniyetlerle aydınlatılması da ne yakın vadede, ne de uzak vadede mümkün görülüyor.
Öncekilerin hesabını vermek elbette bize düşmez ama günümüzde, topluma yön veren alimlerimiz, mevcut zihniyet ve din telakkileriyle, “Ahiret”te Hz. Peygamber’in huzuruna, üzerine düşeni hakkıyla yapmış olmanın rahatlığıyla varabilecek midir? Evet bizim neslimiz, belki İslâm alemini geri götürmedi ama onu yerinde tutmak, “O”nun huzuruna rahatça varmayı sağlayacak bir başarı olamaz.
Bir medeniyet, önceki medeniyetlere meydan okuyarak ortaya çıkarmış. Eğer önceki medeniyet, bu meydan okumalara cevap verebilirse, medeniyet iddiasındaki yeni oluşum, bir varlık gösteremeden çöker ama eskisi güçlenmiş olarak devam edermiş.
Evet biz İslâm Medeniyeti olarak Batı’nın meydan okumalarına yaklaşık üç asırdır cevap veremedik. Bu zihniyet ve telakkilerimizle, yakın zamanda verebileceğimizi de düşünmüyorum.
Fıkhî mezhepler arasında bile birbirine zıt hükümler bulunan hususlardan birini, sırf “fıkıh kitabı”nda böyle yazıyor diye İslâm’ın bir sabitesi olarak görmeye devam etmek, bu zihniyet ve telakkilerin tezahürlerinin biridir. Örnek mi istersiniz? “Dede yetimi” meselesi, “faiz” anlayışı ile ilgili garip meseleler,“zekat-vergi” meselesi “dînî nikah-talâk” “kadın” meselesi …Hayatın her alanı ile ilgili bunları çoğaltmak mümkün ama İslâm medeniyetine meydan okunup fıkıh kitaplarında yazanlarla karşıdakini susturucu cevap verilemeyen meselelerden sadece birkaçı bunlar!..
Diyânet İşleri Başkanlığımızın da bu konularda üzerine düşeni yaptığını düşünmüyorum. Sırçalı köşklerinde bürokratik bir yapı olarak, kamuoyundaki en güncel tartışmaları bile, halkla beraber sükût ve merak içinde seyretmekle meşguller. Sayın başkan göreve ilk geldiği günlerde sarf etmiş olduğu “Kurban sünnettir, vacip değil!” sözü ile umarım bütün dînî meseleleri hallettiğini düşünmüyordur. Papa karşısında elindeki metni okurken gösterdiği başarıyı her an sürdürmesi milletimizin en iştiyaklı temennisidir.
Dediğim gibi, medeniyetimizin yine lider olup Dünya’ya adalet tevzi etmesi için, zaman kaybetmeden Yüce Kitabımız ve Sevgili Peygamberimizi doğru anlayıp yeni bir kutlu zihniyetin vilâdeti (doğuşu) gereklidir.