Değil aynı gün, aynı saat içinde, en uç iki düşünce arasında gidip gelmenin
çok sağlıklı olmadığını bildiğimi; okkalı bir tokadın, şamarın ve dahi
yumruğun söz kadar etkili olmadığını; yorgunluk, uykusuzluk ve
yolculuklardan dolayı sürünerek yaşadığımı; ancak zihnimin duru bir gökyüzü
kadar apaçık olduğunu; deli gibi okuduğumu ama istediğim gibi yazamadığımı,
çok istense bile her şeyin yazılamadığını, zaten yazılması gereken birçok
şeyin de korkaklık, sünepelik, beklentiler gibi olur olmaz gerekçeler
yüzünden yazılmadığını; Özdemir Asaf'ın bir yazısında, ''İnanmadıklarını
yazanlar kadar alçak insan yoktur, vardır: inandıklarını yazmayanlar''
dediğini hatırladığımı...
Cicili bicili saksı çiçeği görünümündeki bayanların ve sinekkaydı tıraşlı
memur beylerin sokak sergilerinden aldıkları ve içlerinde keçi boynuzu tadı
bile olmayan kitaplarla sözde entelektüel olduklarını; para karşılığı
yapılanına zina, parasız olanına ise ''çıkma, flört'' denildiğini ve ne garip
ve akıl almazdır ki bunun da kabul gördüğünü; erkekler sevdikçe tüm
giysilerinden soyunurken, kadınların giyinip ketumlaştıklarını; duymak
istemediklerimize sağır olduğumuzu ve ayetin bütününü değil yalnızca ''Namaza
yaklaşmayın!...'' bölümünü okuyup sahtekarlık yaptığımızı; bayanların,
özellikle olumsuz cümle kurma konusunda aşırı gayretkeşlik içinde olmalarını
anlayamadığımı; sığ, basit ve ukala görünümlü aptal erkeklerin eşleri ile
Fransızca konuşurken, dışarıdaki bayanlara yaltaklık yapmak için çıtkırıldım
bir Türkçe ile konuştuklarını; güzelliğin; kağıttan mamul para, kimyasal
maddelerden mamul boya ve kumdan mamul binalar ile tarif edilmeye
başlandığını; masası, maaşı, mevkisi, kartviziti ve arabası büyüyenlerin
nasıl ceberut, nasıl hacıyatmaz olduğunu gördükçe insanlığımdan utandığımı;
günde üç öğün yemek yiyen, her gün ayakkabılarını boyayan, aynı saatte yatıp
aynı saatte kalkanları sevmediğimi; şikayet etmenin ve kendine acındırmanın
insanın ezeli bir hastalığı olduğunu...
Kaçıncı keredir işsiz kalışımın arifesinde olduğumu; bugünlerde, elinde bir
milyona kağıt mendil satanlardan birinin de ben olabileceğimi; sevmediğim,
sevmek de istemediğim bu sevimsiz şehre daha ne kadar sabredeceğimi
bilmediğimi; memleketimin Ladin ağaçları gibi, dağ başlarında, göğsümü
rüzgara açmak, dimdik ve pervasız ve çelebi bir duygusallıkla yaşamak
istediğimi; ıssız ve sessiz dağ başlarının, bana şuh bir kadın gibi çekici
geldiğini; içimde uslanmaz bir serkeş, önü alınamaz bir hergele, savruk
kimlik taşıdığımı; yazarken kimseye hesap vermek istemediğimi, bencil
olduğumu, kendimi ifade etmek, gördüklerimi aktarmak, güzellikleri paylaşmak
kadar, çirkinlikleri de görmezden gelmemeyi dilediğimi; yazarken, gerilen
sinirlerimin yumuşadığını, beni dirençli kılan ve bileyen bataryamı
doldurduğumu...
Yavrusunu göğsüne basıp saçlarını koklayan anneleri, çocuklarını sırtlarına
alıp gezdiren babaları sevdiğimi ve önemsediğimi; inatla ve adam gibi
konuştuktan sonra, her insanın konuşulacak bir sesi olduğunu anladığımı;
saçlarında ve dudaklarında güneşin dolaştığı sevgilinin beni ağlattığını;
şu an, sevgiliye elimde koca bir demet dağ nanesi ile gitmek istediğimi;
özgürce ve korkmadan konuşabilseydik, belki de daha az kirleneceğimizi;
aşktan başka sahip olduğumuz her şeyin aslında bizi eksik kıldığını...
İsmail Çolak, Mehmet Akıncı, Mahmut Sami Kılıç, Sem Yavuz, Emine Gülbahar,
Gülten Gülen ve Alperen Gençosmanoğlu'nu çok ama çok özlediğimi; Türkiye'nin
ve dünyanın çölleşmesinden daha vahim şeyin, insanların rikkat, şefkat ve
merhametten yana fakirleşmesi olduğunu; siyah günlerin giderek arttığını;
güneşin ve baharın kalbimin içinde gizlendiğini; mezar taşıma, ''Yaşadı ve
denedi'' yazılmasını istediğimi; hayatımın her gün kazandığım yeni yaralarla
ve yalnızlıklarla zenginleştiğini; ''Yaşamak yaralamaktan korkamamaktır''
diyen üstad Cemil Meriç'e katıldığımı ve yaralarımı ve yalnızlığımı
sevdiğimi, sevdiğimi, sevdiğimi